21 Ağustos 2020 Cuma
MİLETLİ HİPPODAMOS
19 Ağustos 2020 Çarşamba
SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ’NDE SANAYİLEŞME
6 Ağustos 2020 Perşembe
ANTİK DÖNEM FELSEFE OKULLARI VE TEMSİLCİLERİ
1. HELEN DÖNEMİ FELSEFE OKULLARI
1.1 İyonya Okulu
1.2 Pisagorculuk
1.4 Elis-Eretriya Okulu
1.7 Kyrene Okulu
2.1 Epikurosculuk
2.2 Stoacılık
2.4 Peripatetik
KAYNAKÇA
Arslan, Ahmet (2006); İlkçağ Felsefe Tarihi Sokrates Öncesi Felsefe Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.73-314, İstanbul.
Atayman, Veysel (2014); Felsefeye Davet, c.1, Ayrıntı Yayınları, s.33-157, İstanbul.
Cevizci, Ahmet (2009); Felsefe Tarihi, Say Yayınları, s.37-160, İstanbul.
Kranz, Walther; (1984); Antik Felsefe Metinler ve Açıklamalar, Çev: Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınlar, s.27-191, İstanbul.
JEAN-JACQUES ROUSSEAU
1.Jean-Jacques Rousseau’nun Fikirleri
Cenevre Cumhuriyeti’nin yurttaşı olan Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), çok farklı işlere girip çıkmış, çok çalkantılı bir yaşam sürmüş ve büyük ölçüde kendi kendini yetiştirmiştir. Görüşlerini farklı yapıtlarında ortaya koymuş olan Rousseau, sistemli bir şekilde düşünüp yazmadığını dahası çelişkilere düşmekten de kaçınmadığını açıkça belirtmiştir. Bununla birlikte, siyasal içerikli tüm kitapları, farklı konuları işlemelerine karşın, aynı sorunsal içinde kaleme alınmıştır. Bu, siyaset ya da siyasal toplum sorunsalıdır.
1.1 Doğa Durumu, Doğal İnsan ve Toplum Sözleşmesi
Rousseau, insan ve toplum sorununu medeniyetleşme sürecinin yol açtığı olumsuzluklara ve neden olduğu değişimlere karşın insanın nasıl özgür olabileceği açısından ele alır. Rousseau, doğal bir özgürlük ve sahici bir yaşama sahip olduğunu düşündüğü doğal insan ile birçok bağımlılıktan ötürü özgürlüğünü yitirmiş medeni insan arasında ahlaki-politik değerler ve psikolojik eğilimler temelinde köklü bir ayrım yapar. Bu ayrımın yanı sıra sorunun çözümü açısından, insan doğasında ve toplumsal ilişkilerde gerçekleşen bu köklü dönüşümün nasıl meydana geldiğinin açıklanması gerekliliğine dikkat çeker. İnsanı doğal haliyle tanımak için bir deney imkânının yokluğu, onu modern toplumun bağrında apaçık bir şekilde gözleyebilmenin imkânsızlığı nedeniyle Rousseau sorunun çözümü açısından varsayıma dayalı bir yönteme başvurur. Rousseau’ya göre doğal hal her türlü toplumsallığın ötesinde bir eşitlik, barış ve özgürlük hali olduğu gibi insanların birbirlerinden tamamen ayrı bir halde yaşamlarını sürdürdükleri bir haldir. Her ne kadar doğal hali bir eşitlik durumu olarak belirtmiş olsa da insanlar arasında fiziksel yapıları açısından eşitsizliklerin olduğunu kabul eder. Ayrıca Rousseau’nun doğa durumu bir savaş durumu değildir. Bunun nedeni insanların merhamet duygusu taşımaları ve doğa durumunda, insanların ihtiyaçlarının, doğadan kolayca karşılanacak olan sınırı aşmamasıdır.
İnsanların ilkel doğa durumundan çıkıp çeşitli evreleri bulunan “ikinci bir doğa durumuna girmelerine sel baskınları, patlayan volkanlar, büyük zelzeleler gibi doğal afetler neden olur. Kendi başlarına geçinmelerini sağlayamayacak bir konum içine giren insanlar hemcinslerine muhtaç hale gelirler. İlk önce anarşik sürüler şeklinde birleşirler; ardından barınakların inşa edilmesi sonucunda süreklilik içeren aileler ve daha büyük topluluklar oluşur. Bu aşamada, kadın ile erkek arasında toplumsal bir farklılaşma ile iş bölümü ortaya çıkar. Eşitsizliğin ilk biçimi gündeme gelmiştir artık. Rousseau’nun “uğursuz rastlantı” olarak nitelendirdiği madencilik ile tarımın bulunmasıyla birlikte özel mülkiyet belirir ve insanlar birbirlerine daha bağımlı olurlar. Özel mülkiyetin ardından “rekabet, çıkar çatışmaları, başkalarından üstün olma tutkusu, kişisel çıkarı başkalarının sağlamaya yönelik gizli arzular” gibi çeşitli kötülükler sıralanır. Bu genel savaş ortamını sona erdirmek için, mülk sahipleri mülksüzleri kandırarak siyasal toplumu, yani devleti kurarlar. Siyasal eşitsizliği içeren bu durum, zenginler dışındaki halkın siyasal iktidar karışışında kul-köle konumuna gelmeleri ama bunun da ötesinde bu konumlarını benimsemeleri demektir. Ancak, özgürlüklerini yitirenlerin yalnızca yönetilenler olduğu sanılmamalıdır; uygar toplumla birlikte bütün insanlar doğallıklarını yitirip yozlaşırlar. Bunun anlamı ise herkes için özgürlüğün ortadan kalkmasıdır. Rousseau açısından medeniyete geçisin insan doğasında neden olduğu köklü değişikliklerin bir neticesi olarak toplumsal hayat, insan için kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelir. Doğal bağımsızlık ve serbestlik halinin eşitlikçi yapısına geri dönülmesinin imkânsızlığı karsısında yapılması gereken toplumsal hayatı bireyin özgürlüğü açısından sağlıklı bir hale getirebilmektir.
Rousseau, sağlıklı bir toplumsal hayatın koşullarını açıklamadan önce cevaplanması gereken temel sorun insanların hangi gerekçeyle siyasal bir toplumun parçası olduklarıdır. Ona göre, gücün siyasal düzenin ve toplumsal hayatın temeli olarak sunulması yetersiz bir açıklamadır. Güç salt kendi basına meşru siyasal toplumun temeli olarak ele alınamaz. Rousseau açısından siyasal toplum kendisini oluşturan üyelerinin birliğinden ve bu birlik ise temelde üyeler arasında gerçekleşen toplumsal sözleşmeden kaynaklanmaktadır. Rousseau, siyasal toplumun bir sözleşme ile kurulduğuna dikkat çektikten sonra bu sözleşmenin içeriğinin, sözleşmeyi oluşturan üyelerin hangi konularda bir araya geldiğinin önemine dikkat çeker. Bu bakımdan adil bir toplumun inşa edilebilmesi açısından sözleşmeyi mülkiyeti elinde bulunduran ezen azınlığın çıkarına olmaktan çıkaracak biçimde yeniden ele alır. Sözleşme halkın kendisi dışında bir egemenle çeşitli nedenlerden ötürü yapmak zorunda olduğu bir sözleşme değildir. Rousseau’da sözleşme halkı oluşturan her bireyin birbiriyle yaptığı ve hep birlikte egemeni oluşturdukları bir sözleşmedir. Rousseau, toplumun sağlıklı bir uyum içerisinde kalmasının bireylerin sahip oldukları güçleri tek bir kuvvet altında bir arada toplamalarının gerekli olduğuna dikkat çeker. Fakat bu öyle bir birlik olmalı ki, ortaklardan her birinin sahsını, malını ortak bir şekilde korurken ve bu birlik sayesinde her birey hem herkesle bir olurken aynı zamanda yalnızca kendisine itaat ederek özgür olabilsin. Sözleşme ile birlikte her birey egemen varlığın üyesi olarak sözleşmenin parçası olan öteki bireylere ve devletin vatandaşı olarak da egemen varlığa karsı yükümlülük altındadır. Bireyin sözleşmeye aktif bir kişi olarak katılması onun özgürlüğünü, egemen varlığa ve öteki bireylere karsı sorumlu olması ise itaatin içeriğini belirler.
1.2 Genel İrade
Toplumsal sözleşme çerçevesinde Rousseau’nun konuya ilişkin düşüncelerinin merkezi noktası bireyin ahlaki, sivil özgürlüğünü, bireysel haklarını toplumsal birlik, dayanışmayla sağlıklı bir uyum içerisinde bir araya getirmektir. Rousseau’nun aradığı bu uyumun ve toplumsal sözleşmenin özü genel iradedir. Rousseau’da seküler bir çerçevede ele alınan genel irade onun siyasal toplum anlayışının önemli kavramlarındandır. Genel iradenin önemi, siyasal toplumun, sahip olduğu güçlerin toplumsal sözleşmede vurgulanan kuruluş amacına uygun bir şekilde yönetebilecek yegâne merci olmasından ileri gelir. Genel irade, siyasal toplumda bireylerin ortak bir paydada bir araya gelerek oluşturdukları bütünden bağımsız bir güce boyun eğmelerini ifade etmez. Genel irade, her bireyin öteki bireylerle bir araya gelerek oluşturduğu bütüne karşılıklı hakların, adaletin ve ortak yararın korunması gayesiyle itaat ettiği ortak bir iradedir. Daima halkın ortak yararından yana olan genel irade bu bakımdan daima doğru bir yönde olup, yanılmazdır.
1.3 Egemenlik ve Devlet Düzeni
Genel iradenin uygulanmasının egemenliği işaret ettiğini ve egemenliğin de halka ait olduğunu Rousseau’ya göre egemenlik; devredilemez, birdir ve bölünmezdir, temsil edilemez, mutlak ve doğrudur. Egemen olan halk, hem iktidarın ilkesi anlamına gelen auctoritas (yasama) hem de iktidarın kullanımı olan potestas’a (yürütme) sahiptir. Egemenin her türlü işlemi salt genel (kamusal) alanı kapsadığından, halkın elinde doğrudan doğruya yalnızca yasama gücü bulunur. Buna karşılık yasaların uygulanıp yürütülmesi, özel durumlara ilişkindir; bu nedenle de egemenin yetki alanının dışında kalır. Bu yüzden halk, yürütme gücünü kendi kullanmayıp “temsil” ettirir, daha açıkçası bir görevliler kurumuna ya da hükümete devreder.
Rousseau, hükümet biçimi ile devlet biçimi arasında bir ayrım gözetir. Çünkü ona göre hükümet, demokratik ve monarşik ya da aristokratik bir nitelik gösterebilir. Fakat demokratik yönetim uygun değildir, hatta olanaksızdır. Buna karşılık toplum sözleşmesiyle kurulup halkın egemenliği üzerinde yükselen her devlet, yönetim biçimi ne olursa olsun bir “cumhuriyettir”; hatta demokrasidir. Ancak görmüş olduğumuz üzere, bu demokrasi hem temsil sistemini içermez hem de halkın doğrudan yürütme gücünü kullanmasını kapsamaz. Bu nedenle Rousseau’nun bu teorik devletinin, yarı doğrudan bir demokrasiyle bezenmiş bir cumhuriyet olduğu söylenebilir. Devletin iyi işleyebilmesi için halktan ayrı bir hükümetin varlığı zorunludur. Fakat aynı zamanda, her hükümet, halk egemenliğinin karşısındaki en büyük tehlikedir, yapısı gereği genel iradeyle çatışıp kendi özel iradesini dayatmaya çalışması kaçınılmaz olur. Rousseau, hükümetin halk egemenliğini yok etme eğilimini frenleyip engelleyecek olanın halk olduğunu belirtir. Yöneticilerin yasaların otoritesinin dışına çıkmaması için halkın sürekli olarak hükümeti denetmeleri gerektiğini belirtir.
1.4 Yurttaşlık Bilinci ve Sivil Özgürlük
Rousseau açısından, politika ve ahlakın birbirinden kopmaz bir biçimde bağlı oluşundan ötürü modern kültürün yol açmış olduğu eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve bireyin özgürlük kaybının ortadan kaldırılması köklü bir çözümü zorunlu kılar. Siyasal toplum özerk bireylerin kamusal iletişimi üzerinden ortak bir kamusal akla ve ortak yarara ulaşabilmeleri aracılığıyla adil ve eşitlikçi bir biçim alır. Fakat Rousseau, modern kültürünün temel değerleri olan bireycilik, bireysel çıkar ve onur tutkusu ile sosyal bütünleşme, dayanışma ve ortak yasaya itaat etme zorunluluğunun bir araya getirilebilmesi için rasyonel bir hukuk düzeninin ötesinde bu değerlerin bireyin yüreğinde önemli bir yer teşkil edilmesi gerekliliğine dikkat çeker. Ona göre, bireylerin kendi kişisel kimliklerinin, çıkarlarının ötesine geçebilmesi için ortak bir duygudaşlık ruhu üzerinden toplumla bütünleşmeleri gerekir. Duygudaşlık ruhunun bireylerde yaratılmasında Rousseau, yurttaşlık eğitiminin, doğal bir dinin, örf ve adetlerin, halk eğlencelerinin, vatan sevgisinin ve üstün bir güce sahip olan yasa koyucunun katkısı olacağını düşünür. Rousseau’da ahlaksal özgürlüğün tanımlanmasında bireyin kendi koymuş olduğu yasaya itaat etmesi durumu kendisini genel irade ve yasa ilişkisinde bir kez daha gösterir. Rousseau açısından bireyin sivil özgürlüğünün temeli yasamada aktif bir birey olarak genel iradeye katılımdır. Birey, kendi bireysel çıkar ve özel iradesinin ötesine geçerek ortak yararı hedefleyen yasamanın dolayısıyla genel iradenin oluşumuna aktif bir şekilde katılarak sivil özgürlüğünü elde etmiş olur. Bu bakımdan sivil özgürlük bireyin toplumsal bütünlüğe itaat etmesidir. Rousseau’ya göre halkın ortak yararını hedefleyen siyasal topluma itaat eden böyle bir kişi kendisinin aktif bir şekilde dâhil olduğu yasama sürecinden ötürü köle olduğu söylenemez.
1.5 Yasa Koyucu ve Sivil Din
Rousseau, toplumsal sözleşme ile siyasi heyete varlık ve hayat verildiğine bundan sonra yapılması gerekenin yasama vasıtasıyla siyasi heyetin hareket ve irade kazanmasını sağlamak olduğunu ifade eder. Bireysel hakları toplumsal sorumluluklarla birleştirmek ve adaleti tesis edebilmek için yasalara ihtiyaç olduğunu ifade eden Rousseau çoğu zaman ne istediğini tam olarak bilmeyen halkın gerekli olan yasaları tesis edebilmesinin zorluğuna dikkat çeker. Bundan dolayı özel iradeyi bir araya getirecek yasa koyucuya ihtiyaç olduğunu söyler. Rousseau’da yasa koyucu, uluslara uygun düsen en iyi toplum kurallarını keşfedebilecek, bütün insani tutkularının farkında olduğu halde kendini bunlara kaptırmamış olan ve insanı en derin yönleriyle tanıyan üstün bir kişiliktir. Yasa koyucu, bireyleri ortak bir ülke etrafında bir araya getirerek halk yapan üstün bir insandır. Halkına kendilerine uygun olan yasaları sunabilir ama kabul edilmesini zorlayamaz. Ayrıca yasaların kabulünden sonraki süreçte politik bir güce sahip olamaz.
Rousseau, siyasal düzeninin bireylerin ortak bir duygudaşlık ve bağlılık çerçevesinde korunabilmesi açısından başvurduğu önemli öğelerden biri sivil bir dindir. Sivil din, Rousseau açısından toplumsal sözleşmenin ve ortak iradenin çeşitli çıkar grupları veya bireyin kişisel eğilimleri tarafından zarar görmesini engellemeye yönelik bir koruyucu kurum olarak sunulur. Bu bakımdan sivil dinin en önemli işlevi, bireyin öz-saygısının ve bireysel tutkularının toplumsal düzen içerisinde yıkıcı bir etki almalarının önüne geçebilmektir. Rousseau bu bakımdan dinin toplumsal hayat için değerli olduğuna buna karsın asıl karsı çıkılması gereken eğilimin bağnazlık ve hurafeler olması gerektiğine dikkat çeker.
2. Jean-Jacques Rousseau’nun Eserleri
· Ahlak Prensipleri Mektupları
· Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev
· Dağda Yazılmış Mektuplar
· Dillerin Kökeni Üstüne Deneme
· Emile ya da Çocuk Eğitimi
· Etkinlikler Gösterileri Üstüne Mektup
· Fransız Müziği Üstüne Mektup
· Hanımefendi Müzler
· İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine
· İtiraflar
· Jeab-Jacques’ı Yargılayan Rousseau
· Julie ya da yeni Heloise
· Korsika İçin Anayasa Projesi
· Köy Kahini
· Leviler Kabilesinden Efraim
· Narkissos veya öz Sever Kişi
· Politik Ekonomi Üstüne Söylev
· Polonya Hükümeti Üstüne Düşünceler
· Toplum Sözleşmesi
· Yalnız Gezenin Düşleri
3. Jean-Jacques Rousseau’nun Siyasal Düşünceler Tarihi Açısından Önemi
Aydınlanma dönemi düşünürleri arasında Rousseau ayrı bir yere sahiptir. Her şeyden önce döneminin baskın düşünce yapısı olan insanın karanlıktan çıkıp aydınlığa ilerlediği fikrine karşıydı. Onun tasavvur ettiği doğa durumunda insan özgür, eşit ve bireyseldi. Toplumun oluşmasıyla özgürlüğü elinden alınmıştı. Bu yaklaşımıyla doğa durumunu tasavvur eden Hobbes, Locke gibi düşünürlerden ayrılıyor, doğa durumu tasavvuruna farklı bir soluk kazandırıyordu. Bir Aydınlanma dönemi düşünürü olmasına rağmen Rousseau, bu dönemin soyut özgürlük anlayışını eleştirerek özgürlük sorununu somut olarak ele almış ve insanlığın özgürleşmesi için atılması gereken adımları ortaya koymuştur.
Siyasal alanın belirleyiciliği meselesini masaya yatıran Rousseau “Halkın Egemenliği” yaklaşımıyla siyasi düşünceler tarihinde mühim bir noktaya gelecektir. Bireysel refahı, sivil özgürlüğü ve halkın genel iradesini önceleyen yaklaşımıyla, cumhuriyetçi siyaset felsefesinin kuruluşunda adı önem sırasında Montesquieu’den sonra ikinci gelmektedir. Çağdaşı olan birçok düşünürün aksine Rousseau demokrasi taraftarı olmuş halkın iradesini yönetimden önce saymıştır. Onun ortaya attığı fikirler dünya tarihinde son derece önemli bir yere sahip olan Fransız İhtilali’ne etki edecekti. Bunun en net göstergesi de Fransızların devrimi gerçekleştirirken attığı "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" sloganlarıdır. Nitekim bu kavramlar Rousseau’nun siyasal düşüncesiyle birebir örtüşmektedir.
KAYNAKÇA
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, Siyasi Düşünceler Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir, 2013.
AKAN, Adnan, Jean Jacques Rousseau’da İnsan ve Toplum Sorunu, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, İstanbul, 2015.
KRIEGEL, Blandıne(der.), Klasik Siyasi Felsefe Metinleri, Çev: Zühre İlkgelen, İletişim Yay., İstanbul, 2010.
2 Ağustos 2020 Pazar
II.MEŞRUTİYET DÖNEMİ SAĞLIK HİZMETLERİ
1. II. Meşrutiyet Dönemi Sağlık Politikaları
Osmanlı Devleti’nde klasik dönemde halka sağlık hizmeti veren vakıf kurumları olan darüşşifaların yapımı XVII. yüzyıldan sonra sürdürülmedi. Depremler ve yangınlar yüzünden harap olmaları yanında zengin gelir kaynaklarının XIX. yüzyılda kaybedilen topraklarda kalması veya başka kişi ve kurumlara devredilmesi gibi sebeplerle gereken onarımları yapılamadı ve kuruluş amacına uygun olarak işletilemez duruma geldi. Diğer yandan tıp alanındaki yenilikler karşısında yetersiz kalmaya başlayan, gelişen yeni tıbbın gereklerini karşılayamayan yapılarıyla darüşşifalar kuruluştaki işlevlerini kaybetti.
XIX. yüzyılda, en başta enfeksiyon hastalıkları olmak üzere pek çok sağlık sorunu ile baş etmek zorunda olan halk, her türlü bilim dışı kurum ve davranıştan şifa aramak zorunda kalmıştır. Diğer tüm konularda olduğu gibi, sağlık alanında da XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı’ya yönelim göze çarpmaktadır. Böylece, devlet eliyle yürütülen sağlık hizmetlerinin, saray ve ordu ile kısıtlı olan kapsamı genişletilmeye başlamış, yaygın kitlelere hizmet götürme anlayışının ilk adımları atılmıştır. Yaygın kitlelere sunulacak sağlık hizmetleri ile ilgili ilk merkezi birim 1870’de, Mekteb-i Tıbbiye Nezaretine bağlı Nezareti Tıbbiye-i Mülkiye adı ile, kurulmuştu. 1871’de ise, İdare-i Umumiye-i Tıbbiye-i Mülkiye Nizamnamesi ile Sıhhiye Müfettişlikleri ve Memleket Tabiplikleri kurularak yaygın örgütlenmenin hukuki yapısı oluşturulmuştu. 1906’da Meclis-i Maarifi Sıhhiye kurulmuş ve bu meclis 1908’de Meclis-i Umuru Tıbbiye-i Umumiye ismini alarak, günümüzdeki genel müdürlüğe eşdeğer olan bir statüye kavuşturulmuştur. Bu genel müdürlüğün örgütlenmesinde ise, İtalya’daki sağlık örgütlenmesi emsal alınmıştır. Genel müdürlük 1914’de Dahiliye Nezaretine bağlanmış ve Dahiliye Nezareti’nin adı Dahiliye ve Sıhhiye Nezareti’ne çevrilmiştir. Böylece, yaygın kitlelere götürülen sağlık hizmetleri İçişleri Bakanlığına bağlı bir genel müdürlük gözetiminde yürütülen devlet görevi olma özelliğine kavuşmuştur. Sağlık hizmetlerini yönetme görevi 1914 yılında kabul edilen bir kanun ile Dâhiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanlığı) bağlı olarak kurulan Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiye’sine yani Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir.
Osmanlıda ilk belediye, 1854’te merkezi hükümete bağlı olarak kurulmuştur. Belediyeler daha sonra sağlık alanında da görev üstlenmişlerdir. Yaklaşık 40 yıl sonra, Devlet sağlık teşkilatlanması için Vilayeti İdare-i Sıhhiye Nizamnamesi ismini taşıyan yeni bir nizamname daha yürürlüğe girmiştir. 1913’deki bu nizamname ile memleket tabipliğinin ya da genel ifade ile sağlık teşkilatlanmasının daha iyi organize edilmesi hedeflenmektedir. Bu nizamname ile il merkezlerinde Sağlık Müdürlükleri kurulmuştur.
2. II. Meşrutiyet Dönemi Sağlık Kurumları
2.1. Sivil Hastaneler
Klasik dönem anlayışında sivil hastaneler vakıflar vasıtasıyla kuruluyordu. II. Meşrutiyet döneminde kurulan hastaneler daha ziyade devlet eliyle İl Sağlık Müdürlükleri tarafından yapılmaktaydı. Bu dönemde faaliyete geçen sivil hastaneler ise Altıncı Dâire-i Belediyye Mecrûhîn Hastanesi ve Cerrahpaşa Zükûr Hastanesi’dir.
2.2 Askeri Hastaneler
Osmanlı ordusunda ve kalelerde tabip ve cerrah görevlendirilmesi eski tarihlere kadar gider. Ordunun sağlık işleri ordu hekimbaşısı ve cerrahbaşısı sorumluluğunda yürütülürdü. XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılda ordunun yeniden yapılandırılması faaliyetleri kapsamında Osmanlı coğrafyasının her yerinde asker hastaneleri kuruldu. II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan hastaneler ise şunlardır; Ağa Hamamı Hastanesi, Çamlıca Asker Hastanesi, Davutpaşa Asker Hastanesi, Fenerbahçe Asker Hastanesi, İstihlâk-i Millî Cemiyeti Hastanesi, Moda Asker Hastanesi, Pangaltı Asker Hastanesi, Teâlî-i Nisvân Cemiyeti Hastanesi ve birçok geçici hastane açıldı.
2.3 Hıfzıssıhha Kurumları
Osmanlılar ’da genel halk sağlığına ilk dönemlerden itibaren önem verilmiştir. Hıfzıssıhhanın Batı’da XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tıp ilminin ayrı bir dalı olarak ele alınması ve özellikle XIX. yüzyılda İngiltere ve Fransa gibi bazı ülkelerde halk sağlığını korumaya yönelik kanunlar çıkarılıp çeşitli komiteler kurulması Osmanlıları da etkiledi. İlk defa, genel sağlığı korumaya ve salgın hastalıkları önlemeye çalışan II. Mahmud, devamlı bir sağlık teşkilâtı ile o dönemde hıfzıssıhha için büyük önem taşıyan karantina teşkilâtını kurdu. Hıfzıssıhha hizmetlerinin en önemlilerinden olan dezenfeksiyon işlemi Osmanlılar ‘da yaygın biçimde uygulanmakta ve bu iş için tebhîr (tütsüleme, etüvden geçirme) aletleri kullanılmaktaydı. Salgın ve bulaşıcı hastalık zamanlarında tebhîrhâneler önemli hizmetler yapıyordu; pek çok tahaffüzhânede de tebhîr aletleri mevcuttu. Bunların dışında 1893 büyük kolera salgını sırasında İstanbul’da belediyeye bağlı olarak faaliyet gösteren Üsküdar, Galata ve Gedikpaşa tebhîrhâneleri açılmıştır. Bu tebhîrhâneler 1911 yılında Müessesât-ı Hayriyye-i Sıhhiyye Müdüriyeti’ne devredildi.
2.4 Gayrimüslim ve Yabancı Hastaneleri
Gayrimüslim tebaa, Avrupa devletleri ve Amerikalı misyonerler Osmanlı coğrafyasında çeşitli sağlık faaliyetlerinde bulundu, cemaatleri ve yurttaşları için hastaneler kurdu. Balat Mûsevî Hastanesi diye bilinen Or-Ahayim Hastanesi 1886’da Balat civarındaki fakirlere hizmet verilen bir dispanser olarak kuruldu. 1898’de hizmete açılan Balat Ayvan Saray’daki binasında hizmet gören, vakfı tarafından yönetilen hastane halen faaliyetini sürdürmektedir.
3. II. Meşrutiyet Dönemi Sağlık Eğitimi
II. Meşrutiyet dönemi eğitimi bazı özelliklere sahiptir. Siyaset ve fikir hayatındaki özgürlük ortamında en çok tartışılan konulardan biri eğitim olmuştur. Eğitimde okul ve öğrenci sayısı arttırılmaya çalışılmış, niteliğe fazla önem verilmemiştir. II. Meşrutiyet döneminde eğitimin genel özellikleri bunlarken sağlık eğitimi alanında da dönemin şartlarından dolayı fazla gelişme sağlanamamıştır.
XIX. yüzyılın sonlarında, sivil ve askeri tıp okulları eğitim metotlarını geliştirmeye çalışırken, Almanya’nın Doğu politikası gereği Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurması sırasında, Bonn’dan getirilen askeri hekim Deycke ve Rieder askeri tıp okulunu yeniden organize etmiş, Gülhane Tatbikat Hastanesini kurmuşlardır. Modern bir tıp mektebi için yeni bir bina yapılması teklifleri kabul edilerek Haydarpaşa’da günümüzde Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi olarak kullanılan binanın inşasına başlanmıştır. 1908’de Meşrutiyetin ilanından sonra, Cemil Paşa (Topuzlu) ile Babanzade İsmail Hakkı’nın gayretleriyle, iki tıbbiyenin aynı çatı altında toplanması uygun görüldüğünden, 1909’da sivil ve askeri tıp okulları birleştirilerek Haydarpaşa’da tamamlanan yeni binada İstanbul Dârülfünûnu’nun fakültesi olarak görevine devam etmiştir.
SONUÇ
Bütün devletlerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’de klasik dönemden beri kamu sağlığını korumaya yönelik politikalar izlemiştir. İlk olarak vakıflar eliyle yürütülen bu politikaların XIX. yüzyılda değişmeye başladığını çalışmamızda gördük. Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nun ilanından sonra diğer disiplinlerde olduğu gibi sağlık alanında da Batı’ya bir yöneliş söz konusudur.
II. Meşrutiyet dönemi sağlık hizmetlerin de Tanzimat’a kıyas ile çok fazla yeniliğin göze çarpmadığını söylemek mümkündür. Dönemin siyasi ortamı ve ekonomik sıkıntılar hasebiyle sağlık alanında elle tutulur gelişmeler olmamış, daha ziyade Tanzimat’ın sağlık kurumlarının kısmen revize edildiği veya olduğu gibi işletildiği bir dönem olmuştur. Bununla beraber Osmanlı Devleti’nin askeri hüviyetinden kaynaklı ön planda olan askeri hastanelerin yanında artık sivil hastanelerinde etkinliğini arttırmaya başladığı bir dönem olmuştur. Sağlık alanında dönemin en önemli gelişmesi İl Sağlık Müdürlüklerinin kurulması olacaktır. Devlet artık sağlık hizmetini müdürlükler vasıtasıyla merkez dışındaki noktalara ulaştırmaya başlayacaktır. Yine bu dönemdeki salgın hastalıklara karşı halk sağlığını korumak birinci amaç edinilmiş ve bu kapsamda karantina gibi çeşitli önlemler uygulanmıştır.
KAYNAKÇA
BAYAT, Ali Haydar, Tıp Tarihi, Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği, İstanbul, 2010.
BEYLİK, Umut, KAYRAL, Halil İbrahim, ÇIRAKLI, Ümit, “13. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türk Sağlık Sisteminin Gelişim Süreci Üzerine Bir Derleme”, Sağlık Akademisyenleri Dergisi, Cilt 2, Sayı 4, 2015, ss.183-189
KAYSILI, Barış, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Sağlık Eğitimi Üzerine Bir Araştırma, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Orta Öğretim Sosyal Alanlar Anabilim Dalı, Konya, 2006.
SARI, Nil, “Tıp Osmanlı Dönemi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 41, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları İstanbul, 2012, ss. 101-111.
SARIYILDIZ, Gülden, “Osmanlılar’da Hıfzıssıhha”, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998, ss.319-321.
SERBEST CUMHURİYET FIRKASI
Kuruluş
1929 Dünya Ekonomik
Bunalımı’nın derin etkileri Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısında kendini
derhal belli etti. Ekonomisi zaten zayıf olan genç Cumhuriyet, bu dış etki
nedeni ile daha da güç bir duruma düştü. Gerek Cumhuriyetin ilanından itibaren
hızlı gelişen Kemalist devrimlerin yarattığı halk katındaki tepkiler, gerek bu
tepkiyi bastırmak için kullanılan baskı mekanizmaları ve gerekse hükümetin,
ekonomik ve sosyal alanda somut başarılar sağlayamaması, ülkede geniş bir
hoşnutsuzluğun yaratılmasına neden olmuştu. 1929 yılının sonundaki
huzursuzluk ve bunalım havası, 1930 yılının başında kulak fısıltılarından
basına kadar yayılan yolsuzluk dedikoduları, rüşvet ithamları ve dış ülkelerde
bile yankılanan dikta söylentileri ile, daha da şiddetlenerek devam etti.
Toplumda, basında ve TBMM'de giderek
yaygınlaşmaya yüz tutan hoşnutsuzlukların ayrımında olan Atatürk, çözümün çok
partili siyasal hayata geçmekle bulunabileceği kanısına varmıştı. Dolayısıyla
Cumhuriyetin en belirgin nitelikleri olan halk egemenliğine ve laikliğe
bağlı kalma koşuluyla ılımlı ve güvenilir kişilerin öncülüğünde kurulacak
ikinci bir partinin kimi sıkıntıları gidereceği ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP)
olduğu kadar hükümetin de daha etkin olarak denetleneceği düşünülüyordu. İşte
Atatürk bu düşünce ve varsayımla yeni bir partinin kurulması için doğrudan
doğruya kendisi harekete geçmişti. CHP karşısında yer alacak olan kuruluşun
başkanlığı için de çok eski arkadaşı olan ve ılımlılığı ile tanınan eski
Başbakan Fethi Okyar’ı seçmişti. Paris Büyükelçisi olan Okyar o günlerde izinli
olarak yurtta bulunuyordu.
Atatürk 1930 yazında TBMM tatile
girince tarih ve dil çalışmalarını rahatça yürütebilmek için Yalova’ya gitmişti.
İstanbul’a gelen Okyar, kendisini ziyaret etmek isteyince onu hemen Yalova’ya
çağırmıştı. Cumhurbaşkanı ve büyükelçi, bu kez iki arkadaş olarak ülkenin
durumu, TBMM’nin çalıştırılması konularında görüş alışverişinde bulunmuşlardı.
Görüşmelere kimi zaman İnönü de katılmıştı. İnönü Türkiye’de muhalefet
partisine alışılamadığını belirtince Atatürk buna alışılması gerektiğini
savunmuştur. Sonunda Fethi Okyar’ın partiyi kurması konusunda anlaşılmıştı.
Partinin adı da Atatürk tarafından bulunmuştu. Okyar’ın liberal anlayışını
yansıtır biçimde Serbest Cumhuriyet Fırkası… Ancak Atatürk kamuoyunun ilk
tepkilerinin ne olacağının saptanmasını da gerekli gördüğünden partinin resmen
kurulmasından önce buna ilişkin bir haberin yapılmasını uygun bulmuştu. Bu
gelişmelerden sonra yeni parti, Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla, 12
Ağustos’ta İstanbul Valiliğine yapılan başvuru ile resmen kuruldu.
Kapanış
Serbest Cumhuriyet
Fırkası, kurulduğu sırada sadece Meclis’te yer alacak bir muhalif parti olarak
kabul edildiğinden, Cumhuriyet Halk Fırkası ile hükümetten destek görebildi.
Zaten Mustafa Kemal Paşa’nın da amacı, partinin bir iktidar seçeneği haline
gelmesi değil de mevcut hükümete siyasal bakımdan yumuşak bir rakip olmasıydı.
Ancak parti, kısa süre içinde o zamana kadar siyasal alanda temsil olanağından
yoksun kalmış geniş yığınların desteğini sağlamaya ve yaygınlaşmaya başladı. Partinin
İsmet Paşa Hükümetleri’nin izlediği demiryolu politikalarını eleştirmesi, İsmet
Paşa’nın Sivas’ta Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yeni ekonomi politikasını ilan ve
açıklaması ile sonuçlandı. Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası ekonomik
politikada liberal bir parti hüviyetini alırken, Cumhuriyet Halk Fırkası “devletçilik”
olarak adlandırılan yeni bir anlayışı benimsediğini ve uygulamaya geçeceğini
ilan ediyordu.
İsmet İnönü’nün Sivas’taki gövde
gösterisine karşılık, İzmir’e miting yapmak için giden Fethi Okyar’ı eşi
görülmemiş bir halk kalabalığı karşıladı. Ancak çok partili politikayı aklına
sığdıramayan İzmir Valisi Kâzım Paşa, Fethi Bey’e bir tezkere göndererek
yapılacak mitingden vazgeçmesini istiyordu. Fethi Bey, durumu Mustafa Kemal
Paşa’ya bildirdi ve mitingi gerçekleştirmek yönünde talimat aldı.
Fethi Bey’in konuşturulmasına engel
olmanın imkânı kalmadığını gören Halk Fırkalılar, hiç olmazsa kalabalığın büyük
olmaması için tedbirler almaya başladılar ve bir kısım halkı başka bir meydana
götürdüler. Fakat toplanan halk büyük bir tepki gösterdi, Halk Fırkası binası
ve Anadolu gazetesinin idarehanesini taşladılar. İdare binasına yerleştirilmiş
olan güvenlik kuvvetleri halkın üzerine ateş açtılar olayda 14 yaşında bir
öğrenci vuruldu.
İzmir olayları iktidar çevrelerinde
derin bir şaşkınlık ve büyük bir kızgınlık yarattı. Bunun yanında Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nın Ekim ayında yapılan belediye seçimlerinde başarılı
sonuçlar alması ve partinin yaşaması ve iktidar aday olabilmesi için bizzat
Mustafa Kemal Paşa ile çatışmak zorunda kalması, parti yöneticilerini tedirgin
etti. Bu gelişmeler partinin kuruluşunu sağlayan siyasal temelleri ortadan
kaldırdığı için Fethi Bey, 17 Kasım 1930’da Dahiliye Vekaleti’ne yazdığı bir
yazı ile partinin fesh edildiğini açıkladı.
KAYNAKÇA
AKŞİN, Sina (Ed.), Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye
1908-1980, Cem Yayınevi, İzmir, 2018.
GOLOĞLU, Mahmut, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I
1924-1930 Devrimler ve Tepkiler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,
2017.
TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi III Yeni
Türkiye’nin Oluşumu (1923-1938), Bilgi Yay., Ankara, 1995.