1 Eylül 2020 Salı

TÜRKÇÜLÜK HAREKETİ

    1.Türkçülük Hareketinin Fikri Temelleri

    1875-1878 dönemindeki yıkıcı siyasi gelişmeler sonunda siyaset ve fikir hayatında Türklüğü öne alan bir fikir cereyanı kendini gösterdi ve gittikçe güçlendi. Bu dönemde Türkçülük düşüncesi, Avrupa’da Türkoloji’nin doğuşu ve gelişimi sonucu olarak Dünya Türklüğünün birliği ideolojisini benimsenmiştir. Batılı şarkiyatçılar, Abed Remusat, Silvestre de Sacy, Deguignes, Arthur Lumley Davids gibi isimlerin çalışmaları örnek teşkil etmektedir.

    Bu yeni fikirlerin Türklere ulaştığı bir kanal, dışarıya gönderilen öğrencilerdi; yüzyılın ortalarına gelindiği zaman, bunlar gittikçe artan sayıda Avrupa üniversitelerine ve akademilerine gidiyorlar ve kaçınılmaz olarak, orada yayılan fikirlerden etkileniyorlardı. Diğer bir kanal, başarısız 1848 devrimlerinden sonra Türkiye'ye yerleşen ve kendileriyle birlikte Orta Avrupa'nın romantik milliyetçiliğini de getiren Macar ve Polonyalı sürgünlerdi. İslamlığı kabul eden ve sürekli olarak Türkiye'ye yerleşen bunların birçoğu, yeni fikirlerin Türkiye'ye girişinde önemi olan bir rol oynadı.

    Tanzimat Fermanı’ndan sonra devlet ricalinin Osmanlı milleti oluşturma yolundaki çabalarına rağmen Osmanlı tebaası arasında milliyetçi ve proto-milliyetçi hareketler hız kazandı. Bir genelleme yapılırsa imparatorluğun Hristiyan tebaası içinde Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar, Makedonlar ve Ermeniler arasında milliyetçilik cereyanları güç kazanıp bu fikirleri savunmak amacıyla siyasî örgütler kurulurken Müslümanların çoğunlukta olduğu Araplar ve Arnavutlar’da da kültürel proto-milliyetçilik hareketleri hızlanmaya başladı. İlk grupta yer alan milliyetçi hareketler, zaman içinde imparatorluktan ayrılıp bağımsız devletler kurma fikrini ciddi bir seçenek halinde tartışırken ikinci gruptaki akımlar daha ziyade Osmanlılık kimliğinin sınırlarını zorlamayı, Arap-Osmanlı, Arnavut-Osmanlı benzeri karma kimlikler oluşturmayı hedefledi. Türkçülük bu ikinci sınıflamadaki hareketlerden biri olarak ele alınabilir. Ancak Arap ve Arnavut proto-milliyetçiliklerinden farklı biçimde imparatorluğun devamını sağlamayı birincil amaç kabul eden Türkçü hareket Osmanlı kimliğindeki Türklük vurgusunu güçlendirmeye çalıştı. Aynı şekilde Gagavuzlar gibi çok küçük gayrimüslim topluluklara sahip Türk nüfus için etnik kimliği ön plana çıkaran bir hareket olmamış, Araplar ve Arnavutlar’da görüldüğü gibi farklı dinlere mensup bireyleri birleştirici bir özellik taşımamıştır. Türkleşmek, çöken bir devletin kurtuluşu bakımından tek çıkar yol sayılmış. Devlet içindeki milliyet cereyanlarına dağınık durumda olan Türkler de uymalı, milli bir şuur ve şahsiyete sahip olmalıdırlar. Bunu bir yaşama prensibi olarak görmüşlerdir.

    İngiliz şarkiyatçı Arthur Lumley Davids’in kaleme aldığı ve II. Mahmud’a ithaf ettiği Kitab-ı İlmü’n Nafi eseri XVII. Yüzyılın başlarında Türklük tanımının kavramsallaştırılmasına yol açtı. Eser, dilciler ve Ali Suavi gibi entelektüeller tarafından ilgiyle okundu. Davids’in farklı Türk kavimleri için Tatarlar yerine ortak bir kelime olan Türk adının kullanılmasını teklif etmesi, kitabına değişik Türk lehçelerinden örnekler ekleyip bunların aynı dil grubuna mensup olduğunu vurgulaması Osmanlı entelektüel çevrelerinde tartışmaya yol açtı. Daha sonra Joseph de Guignes’in eserinden faydalanan Mustafa Celâleddin Paşa, Les turcs anciens et modernes başlıklı kitabıyla ciddi bir entelektüel tartışmayı başlattı. Asıl adı Konstanty Polklozic-Borzêcki olan Mustafa Celâleddin başarısız 1848 ihtilâli sonrasında Osmanlı Devleti’ne sığınmış ve müslüman olduktan sonra Türkler’in etnik kökenleri üzerine çalışmalar yapmıştı. Mustafa Celâleddin Paşa, Türkler’in aslında Avrupalı sayıldığını ve Tuoro-Aryan ırkından geldiğini, Türkçe ile Latince ve diğer Avrupa dilleri arasında bağlantılar bulunduğunu ileri sürmüştü. Tanzimat döneminin sonuna gelindiğinde Batı kaynaklarının tesiriyle Türkler’ in etnik kökeni, dilleri ve diğer ırklarla ilişkileri üzerine tartışmalar başlamıştı.

    Kültürel Türkçülüğün hız kazanması II. Abdülhamid döneminde gerçekleşti. Bu dönemde Macar Türkologlarının artan çalışmaları, Orhun yazıtlarının Vilhelm Thomsen tarafından 1893 yılında okunması gibi gelişmeler Türklük araştırmalarına hız kazandırdı, bu da Osmanlı entelektüelleri üzerinde derin etkiler meydana getirdi. Bu devirdeki Türkçülük hareketinin ilginç bir özelliği de Rus Müslümanlarının tesiridir. Bu alanda bilhassa Gaspıralı İsmâil Bey’in çabalarına ve 1883’ten itibaren Bahçesaray’da Kırım Türkçesi’yle yayımlanarak Osmanlı entelektüelleri tarafından okunan Tercüman gazetesinin oynadığı role değinmek gerekir. Kültürel Türkçülük hareketindeki önemli bir aşama da Süleyman Hüsnü Paşa’nın Târîh-i Âlem adlı kitabının 1876’da yayımlanmasıdır. Joseph de Guignes’den etkilenen Süleyman Paşa, değişik Türk kavimlerinin tarihini ayrıntılı biçimde ele alarak Osmanlı tarih yazımında genel kabul gören tarih metodolojisinin oldukça dışına çıkıyordu. Kitabın Mekteb-i Harbiyye’de okutulması etkisini daha da arttırdı. Tarihe bu yaklaşım, daha sonra Mizancı Murad ve özellikle David-Léon Cahun’dan etkilenen Necib Âsım’ın (Yazıksız) tarih çalışmalarıyla daha da ileri götürülerek Türk tarihini yeni bir çalışma alanı haline getirdi. Bu dönemde Ahmed Vefik Paşa, Şemseddin Sâmi dil alanında, Ahmed Midhat Efendi popüler kültür düzeyinde Türkçü fikirlerin yayılmasına ciddi katkılarda bulundular. Aynı şekilde Bursalı Mehmed Tâhir, Türkler’in İslâm medeniyetinin yükselişindeki rolünü ortaya koyarken daha sonra “millî şair” unvanını alacak olan Mehmet Emin (Yurdakul) edebiyat alanında Türkçülüğün gelişmesine öncülük etti.

    2. Türkçülük Hareketinin Aktörleri

    Meşrutiyet fikir cereyanları içinde Türkçülük daha yeni ve yeni bir devlete ideolojik temel olacak derecede tesirli bir cereyan sayılır. Bir üstadın, Ziya Gökalp'in etrafında toplanmış olan Türkçüler, Genç Kalemler, Türk Yurdu, Küçük Mecmua gibi dergilere, Türk Ocağı gibi bir kültür yayıncısı müesseseye de sahip olmuşlardır. Cereyanın belli başlı temsilcileri arasında

    Ziya Gökalp, Ahmet Agayef (Ağaoğlu) Akçoraoğlu Yusuf, Tekin Alp (M. Kohen), Ömer Seyfettin, Köprülüzade M. Fuat, Hamdullah Suphi, Kâzım Nami (Duru), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) sayılabilir. Bunların dışında Ahmet Cevdet Bey, Ahmet Ferit Tek, Ahmet Vefik Paşa, Ali Suavi, Ayaz İhsakî, Emrullah Efendi, Fuat Salih, Gaspıralı İsmail, Hüseyin-zade Ali Bey, Mehmet Emin Bey, Mehmet Emin Yurdakul, Mirza Fethali Ahundzade, Necib Asım Bey, Sadri Maksudi Arsal, Süleyman Paşa,Şemsettin Sami, Şeyh Süleyman Efendi, Veled Çelebi ve Zeki Velidi Togan’da Türkçülük akımının önemli aktörlerindendirler.
 
3. Türkçülük Hareketinin Türk Düşünce Hayatındaki Yeri

    II. Meşrutiyet döneminde basın hayatındaki gazete ve dergiler büyük artış gösterdi ve kamuoyunun oluşmasında son derece önemli bir etki yaptı. Bu yayınların fikir ve siyaset alanındaki katkılarla, düşünce hayatında görülmemiş bir canlılık görüldü. Bu ortamda ortaya çıkan bütün fikri akımların ortak sorusu “Bu devlet nasıl kurtulabilir?” olmuştur. Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısı hasebiyle İslamcılık ve Osmanlılık fikri akımları Osmanlı vatandaşı olan milletleri bir araya getirmeye çalışmıştı ancak bilhassa Fransız İhtilali’nin de etkisiyle milliyetçilik ön plandaydı ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan birçok millet bağımsızlık fikrine kapılmışlardı. Milliyetçi hareketlerin hız kazanması nedeniyle İslamcılık ve Osmanlılık iflas edecektir.

İşte bu aşamada ortaya çıkan Türkçülük hareketi diğer akımlara göre farklı bir konuma sahiptir. O vakte kadar böyle bir düşünce, eski ve yeni hiçbir Osmanlı aydınının aklına gelmemişti. Bu, Türklüğün unutulmuş olmasından değil, Devleti kuran Türk milletinin siyasi birliği bozma korkusundan ileri geliyordu, ilk defa devleti yöneten efendilerin milliyetini önceleyen bir fikri akım ortaya çıkacaktı. Yine de siyasal çevrelerde, Türkçülük fikirleri etkisi uzun süre önemsiz kaldı. Çünkü bilhassa Balkanlardaki ayrılıkçı fikirlerin cereyan ettiği bu dönemde Türk milliyetçiliğini dillendirmek bile Devletin sonunu getirebilirdi. Türkçülüğün Türk ulusçuluğuna dönüşmesi ise ilk defa İttihat ve Terakki ile olacaktır. Ancak İttihat ve Terakki bile bu düşüncesini ilk zamanlarında kendisinden bile saklayacaktır. Bunun yanında milli bir Türk burjuvazisinin oluşmasına ve milli bir iktisat anlayışının hâkim olmasına önem veren İttihat ve Terakki’nin izlediği politikaları Türkçülük düşüncesinin etkisiyle attığını biliyoruz.

    Takip eden dönemde Türkçülük fikri dergiler ve dernekler vasıtasıyla Türk siyasi düşüncesinde önemli bir noktaya gelecektir. Ziya Gökalp’in öncülüğündeki bu akım I.Dünya Harbi esnasında özellikle askeri ve sivil bürokratları, her şeyden önce Mustafa Kemal’in de mensubu olduğu genç kurmay subaylar, Türk vatanı ideolojisini benimseyeceklerdir. Bu subaylar Anadolu’da milli mücadeleyi başlatacak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuracaklardır. Kurulan yeni devletin temel taşlarından bir tanesi Türkçülük olacaktır. Cumhuriyeti kuran kadro Türkçülüğün etkisiyle ekonomiden sanata her alanda milli bir politika izleyecektir. Gökalp’in “Cedlerim Türk olmayan bir bölgeden (Çermik) gelmiş olsa bile, kendimi Türk sayarım, çünkü bir adamın milliyetini tayin eden ırkî menşei değil, terbiye ve duygularıdır.” Gökalp’in millî kimlik hakkındaki bu görüşü modern Türkiye’nin millet-vatandaş anlayışına esas olacaktır.

    Netice itibariyle Türkçülük hareketi II. Meşrutiyet’in diğer fikri akımlarından farklı olarak yaşama olanağı bulmuştur. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde hem siyasette hem de düşünce dünyasında etkili olan Türkçülük hareketi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasından sonra da varlığını sürdürmeye devam etmiştir.



KAYNAKÇA

GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2019.
HANİOĞLU, M. Şükrü, “Türkçülük”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 41, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2012, s.551-554.
İNALCIK, Halil, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar, Cilt 4, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1993.
TUNAYA, Tarık Zafer, Hürriyet’in İlânı İkinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakışlar, Arbay Yayınları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 1992.

21 Ağustos 2020 Cuma

MİLETLİ HİPPODAMOS


    1. Hayatı ve Kişiliği 

    M.Ö. 500 civarında Miletos’ta doğmuş olan mimar Hippodamos hakkındaki birçok bilgiye Aristoteles’in “Politika” adlı eserinden ulaşmaktayız. Persler kendilerine karşı ayaklanan Miletos’u yakıp yıktıktan sonra şehrin tekrardan inşası çalışmalarında görev aldı. Hippodamos aşırı milliyetçi bir entelektüeldir ve Ionia ayaklanmasında rol almıştır. Ionia ayaklanmasının bastırılmasının hemen arkasından Hippodamos, Güneydoğu Suriye’deki Dura Europos’da on beş yıl kadar bir sürgün hayatı yaşamıştır. Hippodamos’un Suriye’de uzun süre kaldığı sürgün döneminde ne yaptığını kimse bilmemektedir. Sürgün yaşamı sırasında hayatın ve yaşamın ideal yollarıyla ilgili tartışmış, Suriye’deki doğulu gelenekleri iyi gözlemlemiş olmalıdır. Pers Savaşları’nın bitiminden sonra Atinalı yönetici Temistokles’den aldığı bir çağrı üzerine Atina’ya gitti. Burada yine Persler tarafından yıkılan Atina’nın Liman kenti Peiraieus (Pire)’de başlayan onarım çalışmalarına katıldı. Önerisi üzerine uygulanan ve ismi ile anılan Hippodamos Planı (Izgara Planı) ile ün kazanmıştır. İtalya’da kurulan Yunan koloni kenti Turoi’nin düzenlemesini yaptıktan bir süre sonra buraya yerleşti ve büyük olasılıkla bu kentte öldüğü tahmin edilmektedir. 

    Hippodamos, başka insanlardan farklı olma tutkusu, onun çeşitli bakımlardan garip bir yaşam sürmesine yol açmıştır. Çağdaşları, Hippodamos’un uzun saçları ve pahalı takılarıyla, fakat aynı zamanda ucuz ama sıcak tutan, yaz-kış giyilen elbiseleriyle tuhaflıklarını fazla ileri götürdüğünü düşünmüşlerdir. Bundan başka, doğa bilimi uzmanı sayılmaktan hoşlanırdı. Aristoteles, Hippodamos’un şehir planını bulan ilginç bir kişi olduğunu söylemektedir. Bunula beraber Hippodamos için pek dostane bir betimleme yapmamıştır. Onu sadece dış görünüşüne aşırı özen gösteren bir züppe olarak göstermiştir. 

    2. Fikirleri 

    Aristoteles’e göre edimsel olarak bir anayasa düzeni kurmaya çalışanlar bir yana bırakılırsa, en iyi devlet üstüne ilk konuşan kişi Hippodamos’tur. Şehirleri semtlere ayırmayı o bulmuş ve Peiraieus(Pire) sokak planını yapmıştır. 

Hippodamos, on bin nüfuslu bir şehir tasarlamıştı; halkı üçe bölüyordu: Usta işçiler (zanaatçılar), tarımcılar, silah taşıyıp ülkeyi savunacak kişiler. Toprak da üç bölüme ayrılacaktı: Biri kutsal, biri kurumsal, biri özel; tanrılara tapmanın giderleri kutsal toprakların ürünüyle karşılanacak, savunucular ortak, tarımcılar özel topraklardan beslenecekti. Yasaların da her biri bir dava türüne karşılık olmak üzere yalnız üç çeşidi bulunduğu görüşündeydi kişiye zarar verme, mülkiyete zarar verme ve adam öldürme. Ayrıca, tek ve somut bir Yargıtay kurulmasını istiyordu; kötü karara bağlanmış görünen bütün davalar bu üst mahkemeye gönderilecekti. Yargıtay’ın üyeleri, seçkin yaşlılar olacaktı. Mahkemelerde, yalnızca lehte ya da aleyhte oy taşları kullanarak hüküm verilmemeli, her üyenin bir tableti olmalıydı: (Vardığı yargı) doğrudan doğruya mahkûmiyet kararı ise cezanın ya da ödetmenin tutarını bunun üstüne yazmalı beraat ise boş bırakılmalıydı ne biri ne öteki ise o zaman bu kanısını tablette belirtmeliydi. Hippodamos şimdiki düzenin, yargıçları ya şu ya da bu yönde karar vermeye zorlamakla, vicdanî kanılarına göre oy kullanma konusunda içtikleri andı çiğnemelerine yol açabileceği için kötü bir düzen olduğunu düşünüyordu. Bundan sonraki önerilerinin birincisi, ülkeleri için yararlı buluşlar yapanlara şeref ve ödüller verilmesi ikincisi de savaşta ölenlerin çocuklarına devlet kesesinden bakılmasıydı. Sonra, bütün hükümet görevlileri halkça seçilmeli, seçmenler az önce anılan her üç bölümden oluşmalıydı. Seçilen görevlilerin ödevi, kamu işlerine bakılmasını, yabancıların ve yetimlerin çıkarlarının kullanmasını kapsayacaktı. Aristoteles, Hippodamos’un yurttaşların üçe bölünmesi, mahkemelerde verilen kararlara ilişkin önerileri ve yeni buluşlara ödül verilmesi düşüncesini eserinde şiddetle eleştirmektedir. 

    3. Çalışmaları 

    Hippodamos’un, şehir planlamacısı kimliğiyle ön plana çıkmıştır. Bu konudaki en önemli çalışması, Hippodamos Şehir Planı veya Izgara Planı olarak adlandırılan şehir düzenleme planıdır. 

    Miletoslu Hippodamos’un ortaya attığı ve ilk olarak Miletos ve Piraeus kentlerinde uygulanan kent planının ana temasını “isonomia” ilkesi oluşturmaktadır. Hippodamos tarzındaki kent planı Yunanistan’da, İtalya’da ve Küçük Asya’da Klasik dönem boyunca kullanılmış, Helenistik ve Roma dönemlerinde de uygulanmaya devam etmiştir. Hippodamos plan tarzının kökeni Güney İtalya ve Sicilya’da M.Ö. 8-7. yüzyılda kurulan ızgara planlı Yunan kolonilerine dayanmaktadır. Ancak ızgara planın dünya mimarlık tarihindeki yerine bakıldığında kökenin çok daha erkene gittiği görülmektedir. İlk örneklerini çoğunlukla Anadolu dışında gördüğümüz ızgara planlı kentler, toplumun belli bir gelişme göstermesinden sonra ortaya çıkmıştır. Mısır’daki Giza gibi ilk işçi köylerinde uygulamalarını gördüğümüz ızgara plan kolay ve çabuk kurulabilen yerleşimlerin incelenmesi çalışma kapsamına dahil edilmiştir. 

    Grekler ise M.Ö. 7. yüzyılda kolonizasyon hareketleri ile ızgara planı uygulamaya başlamışlardır. Izgara planın tam olarak uygulanması ünlü şehir plancısı Hippodamos ile olmuştur. Hippodamos ızgara planı yeniden keşfetmemiştir, sadece ızgara planı sosyal bir teoriyle birleştirmiş ve bunu kentlere ustaca uygulamıştır. Gerek düz araziye gerekse yamaçta bulunan şehirlere ustaca uygulaması özellikle yamaca uygulanan bir örnek olan Priene kentindeki başarısı Hippodamos’un ününe ün katmış ve aranan bir kent plancısı olmuştur, 

    Bronz çağından itibaren, Doğu Akdeniz’deki krallıklarda ve onları takip eden Batı Akdeniz’deki Yunan kolonilerinde ızgara plan uygulanmıştır. M.Ö. 5. Yüzyılın başında Hippodamos kent planı anlayışına yeni bir boyut getirmiştir, sadece fiziki planı değil sosyal yaşamı, dinsel inançları da bu plana dahil etmiştir. Kent planlarında, eşitlik ilkesi gözetilmiş ev parselleri ve bu parsellerin üzerine inşa edilen evlerin aynı ölçülerde olmasına dikkat edilmiştir. Kentlerdeki evler en küçük birimlerine kadar birbirleriyle aynı plana sahiptir. Planın bir parçasıdır ve kendilerine ayrılan parseller üzerine inşa edilmişlerdir. Kamusal ve dini yapıların önemleri ne olursa olsun mevcut planı kesinlikle bozmamışlardır. Kentin yönetici sınıfına ait yapılarda plana dahil edilmiş ancak diğer sivil yapılardan farklı bir plan kullanılmadan yapılmışlardır. Bundan dolayı yönetici sınıfına ait yapıları diğer sivil yapılardan ayırmak mümkün değildir. Bu kent planı sadece Yunanistan ile sınırlı kalmamış, Batı Anadolu’da ve diğer Yunan kolonilerinde de uygulanmıştır. Klazomenai’daki yerleşimde, M.Ö. 5. yüzyıldaki bu yeni kent planı akımına uymuştur, yerleşimdeki sokaklar, evler Hippadomik plana sadık kalınarak inşa edilmiştir. Tasarlanarak kurulan bir şehirde ızgara plandan başka da plan tipleri uygulanabilirdi, fakat Yunan kentlerinde bu plan paralel ve dik açılı sokaklardan oluşan ızgara seklinde idi. Izgara planı Aristoteles, M.Ö. 4. yüzyılda “Hippodamos’un yaptığı gibi yeni tarz” olarak tanımlamıştır. Bu söz 4.yüzyıldan sonra ızgara plana uymayan şehirlerin “eski tarz” olarak kabul edildiği izlenimini uyandırmaktadır. 

    Hippodamos, kent planlaması yaparken kentçiliğin gerçek rolünü daha rasyonel bir toplumsal düzeni tasarlamak ve uygulamak olarak anlayan bir anlayışında öncüsü olmuştur. Hippodamos, bütün ütopistler gibi yeni kent isterken yeni bir toplum, hiyerarşi, iş bölümü de istemektedir. Evrende gözlenen uyum, yalnızca kentin taşlarında değil toplumda da olmalıdır. Bu açıdan kentçiliğe felsefi düşünce yönüyle de yaklaştığını söylemek mümkündür. 

    Hippodamos, Periraieus ve Miletos dışında Atina Limanı’nın Tarentum körfezi yakınlarında Atinalıların kurmuş olduları Thurii Kolonisi’nin planlarını da yapmıştır. Burası birdenbire gelişmiş ve bu bölgenin varlıklı kentlerinden birisi olmuştur. Hippodamos, şehir planlamasını yaptığı bu kentte hayatını kaybedecektir. 

    Hippodamos’un kent planlaması ve yönetimi konusunda bir kitap yazdığı da bilinmektedir. Ne var ki bu yapıt günümüze ulaşamamıştır, elimizde yoktur. Onun yazdığı eserdeki bilgilerin bir kısmına ancak Aristoteles’in “Politika” adlı eserinden ulaşabilmekteyiz. 



KAYNAKÇA 

KİTAP: 
Aristoteles (1975); Politika, Çev, Mete Tuncay, Remzi Kitabevi, İstanbul. 

Tekeli, Sevim, Kâhya, Esin, Dosay, Melek vd. (2002); Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınları, Ankara. 

MAKALE: 
Mazı, Fikret (2008); “Antik Çağda Düşüncenin Kentsel Mekâna Yansıması”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 5, Sayı 10, s. 34-48, Hatay. 

Özbay, Fikret (2015); “Hippodamos Tarzındaki Kent Planı ve Klazomeai MÖ. 4. Yüzyıl Yerleşiminin Bu Kent Planı İçindeki Yeri Hakkındaki Düşünceler” Seleucia ad Calycadnum, Sayı 5, s. 101-121, İstanbul. 

TEZ: 
Gönül, Hale (2008); Batı Anadolu’daki Antik Yunan Konutu Araştırmalarında Başlıca Konu ve Sorunlar, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. 

Yılmaz, Nisa (2006); Izgara Tasarlı Kent Gelişimi ve Anadolu Örnekleri, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Arkeoloji Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum.

19 Ağustos 2020 Çarşamba

SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ’NDE SANAYİLEŞME



    19. Yüzyıla girerken Avrupa’nın gerçekleştirmiş olduğu sanayi devriminin olumsuz etkileri artmış kendisini teknolojik olarak yenileyemeyen Osmanlı sanayi kollarının rekabette gerilemesinde ve çökmesinde bu etki birinci derecede önemli rol oynamıştır. Osmanlı sanayinin yapısına bir göz atacak olursak yüzyıllardan beri bünyesi değişmemiş bir şekilde kaldığını söylemek gerekecektir. Osmanlı Devleti’nde sanayinin yapısı küçük el zanaatları ve gedik usulüne dayalıydı. Osmanlı Devleti’ndeki en fazla gelişmiş sanayi kolu, tüm dünyada olduğu gibi dokumacılıktı. Dokumacılığın yanı sıra önemli üretim alanlarından biri de dericilikti. Gerek Tanzimat gerekse Islahat Fermanında sanayileşme ile ilgili hususlara yer verilmemişti. Ancak Tanzimat Dönemi devlet adamlarının sanayileşmenin idrakinde olmadıkları söylenemez. 1840-1860 yılları arasında uzanan dönemde devletçiliğin ağır bastığı görülür. Devletin bu girişimi, Batı’daki üretim usullerinin Osmanlı geleneksel üretim usulüne üstünlüğünün anlaşılmaya başladığı bir döneme rastlamaktadır. Batı’nın üretim metot ve usullerini alarak, Osmanlı ekonomisine rekabet gücü kazandırmayı amaçlayan bu çalışmaların büyük ölçüde başarısızlığa uğraması ülkeyi adeta bir açık pazar haline getirdi.

    1860 sonrası ise farklı gelişmelere sahne olur. Tanzimat’ın yetiştirdiği yeni aydınlar grubu artık ekonomi ve sanayinin toplaların hayatındaki rolü üzerine düşünmeye, Avrupa’da cereyan eden tartışmaları izlemeye ve bunlardan Osmanlı İmparatorluğu için sonuçlar çıkartmaya ve çözüm önerileri üretmeye başladılar. Bu tartışmalar sonucunda özel teşebbüs yoluyla sanayileşme çabalarına da girişildi. Bunun gerçekleşmesi içinde çeşitli politikalar izlendi.

    1. İthal Gümrüğünün Artırılması 
    1838 yılında önce İngiltere ile akdedilen, daha sonra da diğer Avrupa devletlerine aynen uygulanan ticaret anlaşması hükümlerine göre, Osmanlı Devleti ithalattan %5, ihracattan da %12 gümrük alacaktı. Osmanlı ekonomisinin içinde bulunduğu şartlar göz önüne alınmadan, tamamen serbest ticaret esaslarına göre hazırlanan böyle bir anlaşmanın ülkenin iktisadi menfaatlerine aykırı olduğu görüşü daha aradan yirmi yıl geçmeden ağırlık kazanmış ve 1861’den itibaren ilgili devletlerle yapılan yeni ticaret muahedelerinde, ithal gümrüğü %8’e yükseltilmiş, ihraç gümrüğünün ise her yıl %1 azaltmak suretiyle sekiz yıl sonunda %1’e indirilmesi kabul edilmiştir. Bu teşebbüs yerli sanayiyi yabana mamullerin rekabetinden korumak gayesiyle devletçe alınmış ilk tedbir olması bakımından önemlidir.

    2. Sergi-î Umumî Osmanî’nin Kurulması 
    Abdülmecit döneminde Osmanlı, Avrupa’nın muhtelif memleketlerinde açılan milletler arası serilere iştirak etmeye başlamıştı. Sultan Abdülaziz devrinin ilk yılında, Londra’da açılan sergiye iştirak edildikten başka ilk defa olarak İstanbul’da At Meydanında 27 Şubat 1863’te milletler arası bir kuruldu. Avrupa’daki benzerlerine göre tertip edilen Sergi-î Umumî Osmanî ülke ürünlerini teşhir etmek, üreticinin sorunlarını belirlemek, başarılı olanlara ödüller vermeyi amaçlayan uluslararası nitelikte bir sergiydi. İstanbul Sergisi beş ay gibi uzun bir süre açık kalmış ve Devlet’in çeşitli bölgeleri ile bazı yabancı ülkelerden gönderilmiş yaklaşık on bin kalem ürünü ilk defa bir arada görmek mümkün olmuştur. Tespit edilen ürünlerin çeşit ve kalitesi Devlet’in, geniş hammadde kaynakları olan, sanayi bakımından kendi kendine yetebilecek güce sahip verimli toprakları bulunan bir ülke olduğunu göstermiştir. Bu Sergi sayesinde o zamana kadar ithal edilen bazı malların yerli kaynaklardan karşılanabileceği anlaşılmış, Devlet’in bazı bölgelerinde yetişmeyen veya sıkıntısı çekilen ürünlerin diğer bölgelerden temin edilebileceği görülmüştür. Bazı bölgelerde üretilen mallarında ıslaha muhtaç olduğu müşahede edilerek bunlara ilgililerin dikkati çekilmiştir. Sergide Avrupa alet ve makinelerinin de teşhiriyle aramızdaki teknik mesafenin büyüklüğü yakından görülmüştür. Sergi dolayısıyla yabancı basın tarafından Avrupa kamuoyunun dikkati Osman Devleti’ne çekilmiş, bunun neticesinde birçok siyasetçi ve iş adamı İstanbul’a gelmiştir. Yerli mallar için yabancı ülkelerde Pazar bulma şansı doğarken, Avrupa alet ve makinelerinin Osmanlı Devleti’nde istihdam edileceği anlaşılmıştır. Burada temas edilen çeşitli yönleriyle serginin amacına ulaşan önemli bir olay olduğu söylenebilir.

    3. Islah-ı Sanayi Komisyonu 
    Abdülaziz devrinde, hükümet adamları Osmanlı sanayisinin süratli bir tempo ile çökmekte olduğunu görünce bazı tedbirlere başvurmak mecburiyetinde olduklarını anladılar. “Sanayi-i dahiliye” adını verdikleri küçük sanayi dallarının varlığını korumak için bir “Islah-ı Sanayi” komisyonu kurdular (1863). Komisyon dört tüccar ve beş devlet memurundan müteşekkildi. Komisyonun ilkin İstanbul’dan işe başlaması ve başarı halinde de ıslahatın kademe kademe tüm Osmanlı memleketlerini kapsayacak bir yapıya kavuşması hedefleniyordu.1867’de kaleme alınan talimatnamede, İstanbul’da bulunan çeşitli sanayi dallarının çökmekte olduğunu sanayi ehlinin perişan bir halde olduğu ifade edilmektedir. Komisyonun görevi, sanayi dallarının ıslahı ve mamullerinin sürümünün arttırılması için bir yol bulmaktı. Çıkar yol olarak da; 

· Şirket Kurma 
· Kurulacak şirketlere sermaye tedariki; 
· Mekteb-i sanayi mektepleri kurmak ve buradan yetişecek teknik elemandan istifade etmek 
· İmal edilecek eşyanın has, gösterişli ve sağlam olması idi. 

    Loncaların kaldırılması üzerine teşkilatsız kalmış olan esnaf, Islah-ı Sanayi Komisyonunun müdahalesiyle şirket kurulmak suretiyle teşkilatlandı. Beş yıl içerisinde şu şirketler kuruldu: Şimkeşhane ve Kolbdancı esnafı şirketi, Saraçlar esnafı şirketi, Kumaşçı esnafı şirketi, Dökmeci esnafı şirketi, Demirci esnafı şirketi ve Tabak Esnafı şirketi. Islah-ı Sanayi Komisyonu’nun bu çalışmalarında daha önce İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde yapılan çalışmaları örnek aldığı anlaşılmaktadır.

    4. Sanayi Mektepleri 
    Sanayi mektepleri sanayi tesislerinde öteden beri ihtiyaç duyulan kalifiye elemanı yetiştirebilmek gayesiyle Tanzimat Döneminde açılmış eğitim kuruluşlarıdır. Bu konuda ilk teşebbüsün 1847’de yapıldığı bilinmekteyse de netice alınamamıştır.1861-1868 tarihleri arasında Tuna Valiliği’ni yürüten Mithat Paşa, sanayi mektepleri konusuna eğildi. Tuna ordusunun kumaş ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla dokumacılığı teşvik etti, ulaşım alanında ciddi adımlar attı. Bu işler için gerekli olan teknik elemanı yetiştirebilmek gayesiyle 1863’te Niş’te, 1864’te Rusçuk’ta ve daha sonra da Sofya’da Islahhaneler açtı. Ne var ki, bu ıslahhaneler gereken ilginin gösterilmemesi üzerine kimsesiz çocuklara bazı pratik bilgiler veren küçük atölyeler olmaktan öteye gidemediler. 1868’de Islah-ı Sanayi Komisyonu’nun girişimiyle kurulduğu anlaşılan İstanbul Sanayi Mektebi daha fazla gelişmiştir. Mektepte demircilik, marangozluk, dökmecilik, makinecilik, mimarlık, terzilik, kunduracılık ve mücellitlik şubeleri açılarak buralarda nazari ve uygulamalı dersler verilmiştir. İlgiyi artırabilmek amacıyla talebelere burs tahsis edilmiş, mezunlara da iş yeri açma kredisi sağlanmıştır. Taşradan gelen ve kimsesizler için de yatılı bir kısım açılmıştır. Bütün bu gayretlere rağmen gerek İstanbul Sanayi Mektebi gerekse daha öncekiler kendilerinden beklenileni veremeyerek daha çok ileride açılacak olan teşkilatlı sanayi mekteplerinin öncüleri olmuşlardır.

SONUÇ 
    Sanayi Devrimi’ni gerçekleştiren Avrupa, seri üretime geçecek ve kıta Avrupası dışında dış pazar arayışına girecekti. Geniş bir coğrafyaya yayılan ancak bunun yanında üretimi hala iptidaî yöntemlerle gerçekleştiren Osmanlı Devleti bu noktada Avrupa’nın dikkatini çekecekti. Avrupa malları Osmanlı pazarını işgal edince Osmanlı ekonomisi olumsuz yönde etkilenecek, küçük imalathaneleriyle hayatını idame eden Osmanlı üreticisi de iflas edecekti Sultan Abdülaziz ve Tanzimat yöneticileri bu durumu fark ederek sanayiyi geliştirmek noktasında Islah-ı Sanayi Komisyonu kurmak, Sanayi Mektepleri açmak gibi çeşitli adımlar attılar, gayretleri her ne kadar takdire şayan olsa da istenilen düzeyde başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Başarısızlığın altında birçok faktör yattığı söylenebilir; öncelikle Devlet içerde ve dışarda birçok siyasi problemle meşguldü. Bunun yanında geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı zengin hammadde kaynaklarına sahip olmasına rağmen bunların taşınmasını sağlayacak bir ulaşım ağına sahip olmadığı gibi bu kadar hammaddeyi işleyecek düzeyde büyük fabrikaları da yoktu. Yine Osmanlı’nın eskiden beri uyguladığı provizyonalist politikalar çerçevesinde ithal gümrüğü düşük tutulduğu için Avrupa malları Osmanlı pazarına zaten hâkim olmuştu. Tüm bu etkenler bir araya gelince Abdülaziz Dönemi sanayi politikalarının başarısız olması kaçınılmazdı. 


KAYNAKÇA 

- KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c.7, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2003. 
-ÖNSOY, Rıfat “Tanzimat Dönemi Sanayileşme Politikası”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c.2, say.2, 1984, ss.5-12. 
-SEMİZ, Yaşar ve Recai Kuş, “Osmanlıda Mesleki Teknik Eğitim İstanbul Sanayi Mektebi (1869-1930)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, say.15, 2004, ss.276-295. 
-SEYİTDANLIOĞLU, Mehmet, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876)”, Tarih Araştırmaları Dergisi, c.28, say.46, 2009, ss.53-69. 


6 Ağustos 2020 Perşembe

ANTİK DÖNEM FELSEFE OKULLARI VE TEMSİLCİLERİ


GİRİŞ 

    Antikçağ felsefe okullarını ve temsilcilerini ele aldığımız bu çalışmada, on üç asırlık antikçağ dönemi boyunca etkinliklerini göstermiş felsefe okulları ve bu okulların temsilcileri hakkında özet bilgi vermeyi amaçlamaktayız. İki ayrı döneme göre tasnif ettiğimiz çalışmamızda birinci dönem; M.Ö 624 yılında Thalesin doğumu ile başlayan ve M.Ö 4. yüzyılın sonlarına doğru Aristoteles’in ölümüyle biten Helen felsefesi dönemidir. Bu dönemde felsefe daha ziyade Yunanlıların yaşadıkları Güney İtalya ve Küçük Asya’nın batı kıyılarında gelişmektedir. Tarihsel süreç içerisinde felsefe Atina’ya taşınacaktı. 

    İkinci Dönem ise Büyük İskender’in işgalleri sonucunda Küçük Asya, Mısır, Suriye ve İran’a kadar uzanan coğrafyada Doğu-Batı senteziyle oluşan felsefi dönemdir. Bu dönemde Helen dili, kültürü ve felsefesinin ele geçirilen bölgelerde etkin olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ele geçirilen yerlerdeki mevcut din, kültür ve geleneklerle Helen Kültürü iç içe geçecektir. Felsefenin ilgili alanlarının ve problemlerinin değiştiği Helenistik dönemde yine Helen etkisinin ağır bastığını ancak bu dönemde meydana getirilen okullarda Doğu etkisinin de olduğunu belirtmek gerekir. 

    1. HELEN DÖNEMİ FELSEFE OKULLARI

    1.1 İyonya Okulu
    Felsefe tarihinin ilk okul veya düşünce geleneğini oluşturan İyonyalı filozoflar, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes olarak sıralanır. İyonya veya Milet Okulu, felsefenin ilk okulu olarak ortaya çıkarken, Batı Anadolu kıyılarındaki İyonya da Antik Yunan felsefesinin ilk merkezi olarak seçkinleşir. İyonya Okulu’nu meydana getiren bu üç filozofta, birbirine yakın ortak özellikler mevcuttur. Doğa filozlarları olarak tanımlanan bu isimler ilk olarak var olan her şeyin “ilk nedeninin” ne olabileceği sorusunu sordular. 

    Söz konusu üç filozof, mitopoetik düşünceden kopuşu ve felsefi düşünüşe geçişi simgeler. Buna göre, dünyayı açıklamanın biri doğaüstü güçlere gönderimle gerçekleşen mitik veya mitolojik diğeri ise doğal nedenlere başvurmaktan meydana gelen doğal yol olmak üzere, iki yolunun bulunduğunu kabul ettiğimizde, Miletli doğa filozoflarının, mitolojik açıklama tarzına alternatif bir açıklama tarzı geliştirmiş ve böylelikle, felsefenin kendisini öne sürmesinin temsilcisi olmuş oldukları söylenebilir. Bu filozoflar, herhangi bir çıkar, pratik amaç gözeterek değil de salt bilmek ya da anlamak için felsefe yapmışlardır. 

    1.2 Pisagorculuk
    Yunan felsefesinin okulu olan Pytagorasçı Okul, teolojik, bilimsel ve felsefi görüşleriyle seçkinleşmiş olan bir okuldur. M.Ö. 6. Yüzyılın ikinci yarısında Güney İtalya’da Kroton’da Pythagoras tarafından kurulmuş olan okul, ilkçağ Yunan felsefesinde, İyonya’da kurulmuş olan Doğu geleneği karşısında Batı geleneğini temsil eder. İyonya Okulu’ndan diğer bir farkı da Pythagorasçı gelenek içinde yer alan filozofların sadece bir felsefe okulu değil fakat daha ziyade dini bir tarikat hatta politik bir örgüt ya da cemaat meydana getirmiş olmalarıdır. Pythagorasçılar felsefeyle salt pratik amaçlarla uğraşmışlardır. 

Ünlü bir mücevher yontucusunun oğlu olan Pythagoras öğretisini yalnız sözle yaydığından kişiliği daha erkenden bir esrar perdesine bürünmüş kendi düşünceleri güç anlaşılır bir duruma girmiştir. “Ruh göçü öğretisi”, “Pythagoras teorimi” ve kurduğu okulla ünlenmiştir. 

    1.3 Efes Okulu
    Efes (Ephesos), Anadolu’nun batı kıyısında bulunan, daha sonra Roma kenti olan antik bir Yunan kentiydi. Efes Okulu, M.Ö. 500 yıllarında zengin bir kıyı kenti olan Efes’te kurulmuş, bu okulun öncü ismi ise Herakleitos’tur.  Ephesoslu(Efesli) Herakleitos eski ve soylu bir bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, M.Ö. 540-480 yılları arasında yaşamıştır. Herakleiotos Miletli düşünürler gibi ilk olarak arkhe sorunuyla ilgilenmiştir. Maddenin varoluşu ve yok oluşu konularında onlarla paralel düşüncelere sahiptir, ancak Heraklit için arkhe ateş’tir. Evren ateşten meydana gelmiştir ve tekrar ateşe dönüşecektir, ona göre bu varoluş ve yokoluş periyodik bir süreçtir.Evrendeki değişme olgusunu oldukça güçlü bir vurguyla ilk kez ele alan filozof olan Herakleitos “Her şeyin akış içinde olduğu” teziyle ün kazanmıştır. Buna göre, o dünyada sürekli bir değişme ve akış olduğunu öne sürer. 

    1.3 Elea Okulu
    İtalya’da Napoli’nin güneyinde yer alan bir bölge olan Elea Okulu, ismini kendisinden almıştır. Elea Okulu'nun temsilcileri Ksenophanes, Parmenides ve Elealı Zenon’dur. Pers saldırılarından ötürü yaşadığı Kolophon kentinden ayrılan Ksenophes İtalya ve Sicilya Hellenleri arasında gezgin bir hayat geçirdikten sonra Elea’ya gelmiş ve burada çok tanrıcılığa karşı tek tanrı fikrini yaymış, Elea Okulu’nun öncüsü olmuştur. Elea Okulu’nun temsilcileri için evren kendi içine kapalı, hareketsiz, değişmez ve bütündür. Birlik ve değişmezlik düşünceleri üstüne kurulan Elea öğretisi, Ksenophanes’in öğrencisi Parmenides’le gerçekleşmiştir. 

    Elea Okul’unun temsilcisi (kimilerine göre kurucusu) olan Parmenides Yunan felsefesini baştan aşağı değiştirecektir. Parmenides, Herakleitos’un çağdaşı olmakla birlikte onunla taban tabana karşıt bir kişidir. Parmenides, varlığın olmadığı, oluşun var olduğu ve her şeyin oluş içinde bulunduğu görüşüne karşı çıkarak, varlığın varolduğu, buna karşılık oluşun olmadığı, çünkü mümkün olmadığı görüşünü kesin ve bilinçli bir biçimde ortaya atan ilk filozoftur. 

    1.4 Elis-Eretriya Okulu
    Kurucusu Sokrates’in de en sevdiği öğrencilerinden biri olduğu söylenen ve Platon’un da bir diyaloğuna adını verdiği Elisli Phaidon’dur. Okul daha sonra Menedemos tarafından Eretriye’ya taşınacaktır. Ahlak ile ilgili problemler üzerine yoğunlaşmışlardır. 
Sokratesin öğrencisi olan Phaidon, savaş esiri olup hocasının fidyesini ödemesi karşılığında kurtulabilmiştir. Sokrates öldükten sonra kendi okulunu kurmuş diyalektik ve etik üzerine araştırmaları mevcuttur. 

    1.5 Megara Okulu
    Okulun kurucusu olan Eukleides (M.Ö 435-365) Megaralı olduğundan okul bu isimle anılmıştır. Elea Okulu’nun etkisinde de kalmış olan Euklides, hem bu okulun öğretisini hem de Sokrates’in ahlak ilkesini birleştirmeye çalışan bir sentez ortaya koymuştur. Daha ziyade mantık problemiyle ilgilenen bir okuldur. Eukleides dışında okulun temsilcileri arasında Megaralı Stilpon ve Diodoros vardır. 

    1.6 Atomculuk 
    Atomculuk Okulu, maddeci filozoflar Empedokles (MÖ 492-432), ve Anaksagoras’ın ardından Abdera Düşünürleri olan Leukippos ve onun öğrencisi Demokritos tarafından benzer bir materyalizm doğrultusunda oluşturdukları ve geliştirdikleri atom düşüncesiyle anılan felsefe okuludur. Atomcu okul bir yandan Parmenides’in monist yaklaşımına öte yandan Anaksagoras’ın çoğulcu yaklaşımına bir tür tepki olarak gelişmiştir. Demokritos yalnızca var olanları değil ruhu da atomlardan oluşan bir şey olarak düşünerek materyalizmi ileri noktalara taşımış, felsefe tarihinde materyalizm eğilimi için en güçlü başlangıç noktalarından birini meydana getirmiştir. Bu düşünürlere göre, yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık özdeksel atomdur. Atomcu okula göre evren bileşik cisimlerden oluşur, bunlarsa maddenin en küçük ve bölünemez parçası olarak kabul edilen atomlardan meydana gelir. 

    1.7 Kyrene Okulu
    Kyrene Okulu, Kireneli Aristippos tarafından kurulmuştur. Hazcı Okul ya da Hedonizm adıyla da bilinen bu okulun savunduğu temel düşünce şudur: Haz, yaşamdaki en temel şeydir ve canlı varlığın yaşamının ana amacıdır. Dolayısıyla bir canlının aslen yönelmesi söz konusu olan tek şey hazdır. Bu durumda bir canlı için yalnızca haz iyidir. Yani haz başlı başına, kendisi için istenmeye değer olan bir şeydir. Diğer şeylerin hepsi hazzı sağladıkları, haz verdikleri ölçüde iyidir. 



2.HELENİSTİK DÖNEM OKULLARI

    2.1 Epikurosculuk

    Helenistik dönemin ilk büyük felsefe okulu Epikürosçu Okul’dur. Okul Yunanlı filozof Epiküros tarafından kurulmuştur. M.Ö. 341 yılında doğmuş olan Epiküros (M.Ö. 341-274), felsefe tarihinde, daha çok belli bir yaşam tarzının savunucusu olan ahlakçı olarak bilinir. O, insan yaşamının sıkıntılarıyla ilgilenmiş, insanın bu dünyadaki mutsuzluğunun, tanrılara, ölüm ve kederle ilgili yanlış inançlardan kaynaklandığını, söz konusu yanlış inançların ancak onların yanlışluğunu temesizliğini ortya çıkaracak bir varlık görüşüyle ortadan kaldırılabileceğini düşünmüştür. Bu çerçevede, felsefenin amacının, insana mutlu bir yaşam sürmesi için yardımcı olmak olduğunu düşünene Epiküros, özel bilimlerin bu amaca hiçbir katkı sağlamayacağı kanaatindeydi. 

    2.2 Stoacılık
    Helenistik dönemin ikinci büyük ve önemli okulu Stoacılık Okulu’dur. Stoacılık Helenistik Dönemde ortaya çıkan diğer okullar gibi daha ziyade etik görüşleriyle seçkinleşmiştir. Felsefesini dönemin diğer okulları gibi, aralarında organik bir bap bulunduğuna inanılan üç disiplinden oluştururken, sistemini mantık, fizik ve etik şeklinde düzenleyen Stoacı Okulun temel kavramları logos (akıl) ve phusistan (doğa) oluşur. Helenistik çağın uzun bir tarihi olan okul Kıbrıslı Zenon (M.Ö. 336-264) tarafından M.Ö. 300 yılında kurulmuştur. Zenon dışında okulun diğer önemli temsilcileri, Kleanther, Khrysippos, Panaetios, Poseidonos ve Marcus Aurelius’tur. 

    2.3 Akademi
    Akademi, antik dönemde Atina’da Platon tarafından kurulan felsefe okuludur. Felsefe, diyalektik, müzik ve matematik öğretimi yapılan bu okulda Platon birçok öğrenciye ders vermiştir. Akademi okulu, kuruluş döneminde materyalist düşünceye yönelmiştir. Daha sonraları Arkesilaos ile birlikte okulun düşünsel yönü de “kuşkuculuk”a doğru kaymıştır. Bu dönemden sonra kuşkucu Akademi’nin en önemli düşünürleri olarak Arkesilaos ve Karneades ön plana çıkmışlardır. 

    2.4 Peripatetik
    Peripatetik Okulu antik dönemde Aritoteles tarafından kurulan felsefe okuludur. Okula kurulduğu şehrin adı olan Lykeion adı verilmişse de okul daha sonra Peripatos Okulu adını almıştır.Aristoteles’e gelinceye kadar bilim ve felsefe birbiriyle kaynaşmış durumdaydı. Aristoteles ile birlikte bağımsız bilimler, o zamana kadar genel bilim niteliğindeki felsefeden ayrılarak, birer “uzmanlık dalı” şeklinde gelişme göstermiştir. Bu gelişme en yüksek noktasına Atina’da değil de İskenderiye’de ulaşmıştır. 

    2.5 İskenderiye Okulu
    Büyük İskender’in, Mısır’da kendi adıyla kurduğu İskenderiye şehrinde kurulan İskenderiye Okulu, Antikçağ Yunan felsefesi, Mısır ve Yahudi dinlerinin sentezinden oluşmuş gizemsel bir felsefe ve bilim okuludur.Okulun kurucusu olan İskender Doğu ve Batı felsefesini buraya taşımış ve kaynaştırmıştır. Bu şehirde kurulan kütüphane ve müze dönemin pek çok önemli bilim adamı ve düşünürünün buraya gelmesiyle bir eğitim kurumuna dönüşmüştür. Büyük İskender Aristoteles’in öğrencisi olması nedeniyle İskenderiye Okulunun ilk önde gelen felsefe ve mantıkçıları Peripatetikler olmuştur. 

SONUÇ 
Antikçağ felsefe okulları genel itibariyle ele alındığında temsilcileri tarafından felsefenin birçok probleminin masaya yatırıldığı merkezler olmuşlardır. Felsefenin yanında teolojik ve bilimsel meselelerde alakalı çalışmaların yapıldığını da biliyoruz. Antikçağ felsefe okulları, eğitim yoluyla bilginin aktarıldığı merkezlerdi. Platon öncesi döneme kadar yazılı geleneğin sınırlı olduğu göz önünde bulundurulursa bu dönemde kurulan okulların bilginin aktarılmasında son derece önemli olduklarını belirtmek gerekir. Nitekim öncülerinin düşünce dünyası ve çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmamıza imkân sağlayacaklardır. Bunun yanında bilginin sistematik bir şekilde işlenmesini de kolaylaştırmışlardır. 

Antikçağ felsefesinin ilk dönemi olan Helen döneminin büyük düşünürleri daha ziyade arkhe sorusuna cevap aramış, bunun yanında başka felsefi çalışmaları da vardır. Bu filozofların düşünceleri okulları vasıtasıyla kendilerinden sonra gelen birçok düşünürü etkileyecektir. 

Helenistik dönem felsefesi de yine Yunan felsefesinin ağırlıklı olduğu bir dönemdir ancak Doğu’nun dini, kültürü ve gelenekleriyle harmanlanan yeni felsefe okulları böylelikle kurulacaktır. Bu okullardan tanrının evrene müdahalesini sorgulayan ve insan aklının önemini vurgulayan yaklaşımlar ortaya çıkacaktır. 

KAYNAKÇA
Arslan, Ahmet (2006); İlkçağ Felsefe Tarihi Sokrates Öncesi Felsefe Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.73-314, İstanbul.
 Atayman, Veysel (2014); Felsefeye Davet, c.1, Ayrıntı Yayınları, s.33-157, İstanbul.
Cevizci, Ahmet (2009); Felsefe Tarihi, Say Yayınları, s.37-160, İstanbul.
 Kranz, Walther; (1984); Antik Felsefe Metinler ve Açıklamalar, Çev: Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınlar, s.27-191, İstanbul.

JEAN-JACQUES ROUSSEAU


    1.Jean-Jacques Rousseau’nun Fikirleri

    Cenevre Cumhuriyeti’nin yurttaşı olan Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), çok farklı işlere girip çıkmış, çok çalkantılı bir yaşam sürmüş ve büyük ölçüde kendi kendini yetiştirmiştir. Görüşlerini farklı yapıtlarında ortaya koymuş olan Rousseau, sistemli bir şekilde düşünüp yazmadığını dahası çelişkilere düşmekten de kaçınmadığını açıkça belirtmiştir. Bununla birlikte, siyasal içerikli tüm kitapları, farklı konuları işlemelerine karşın, aynı sorunsal içinde kaleme alınmıştır. Bu, siyaset ya da siyasal toplum sorunsalıdır. 

    1.1 Doğa Durumu, Doğal İnsan ve Toplum Sözleşmesi
    Rousseau, insan ve toplum sorununu medeniyetleşme sürecinin yol açtığı olumsuzluklara ve neden olduğu değişimlere karşın insanın nasıl özgür olabileceği açısından ele alır. Rousseau, doğal bir özgürlük ve sahici bir yaşama sahip olduğunu düşündüğü doğal insan ile birçok bağımlılıktan ötürü özgürlüğünü yitirmiş medeni insan arasında ahlaki-politik değerler ve psikolojik eğilimler temelinde köklü bir ayrım yapar. Bu ayrımın yanı sıra sorunun çözümü açısından, insan doğasında ve toplumsal ilişkilerde gerçekleşen bu köklü dönüşümün nasıl meydana geldiğinin açıklanması gerekliliğine dikkat çeker. İnsanı doğal haliyle tanımak için bir deney imkânının yokluğu, onu modern toplumun bağrında apaçık bir şekilde gözleyebilmenin imkânsızlığı nedeniyle Rousseau sorunun çözümü açısından varsayıma dayalı bir yönteme başvurur. Rousseau’ya göre doğal hal her türlü toplumsallığın ötesinde bir eşitlik, barış ve özgürlük hali olduğu gibi insanların birbirlerinden tamamen ayrı bir halde yaşamlarını sürdürdükleri bir haldir. Her ne kadar doğal hali bir eşitlik durumu olarak belirtmiş olsa da insanlar arasında fiziksel yapıları açısından eşitsizliklerin olduğunu kabul eder. Ayrıca Rousseau’nun doğa durumu bir savaş durumu değildir. Bunun nedeni insanların merhamet duygusu taşımaları ve doğa durumunda, insanların ihtiyaçlarının, doğadan kolayca karşılanacak olan sınırı aşmamasıdır.

    İnsanların ilkel doğa durumundan çıkıp çeşitli evreleri bulunan “ikinci bir doğa durumuna girmelerine sel baskınları, patlayan volkanlar, büyük zelzeleler gibi doğal afetler neden olur. Kendi başlarına geçinmelerini sağlayamayacak bir konum içine giren insanlar hemcinslerine muhtaç hale gelirler. İlk önce anarşik sürüler şeklinde birleşirler; ardından barınakların inşa edilmesi sonucunda süreklilik içeren aileler ve daha büyük topluluklar oluşur. Bu aşamada, kadın ile erkek arasında toplumsal bir farklılaşma ile iş bölümü ortaya çıkar. Eşitsizliğin ilk biçimi gündeme gelmiştir artık. Rousseau’nun “uğursuz rastlantı” olarak nitelendirdiği madencilik ile tarımın bulunmasıyla birlikte özel mülkiyet belirir ve insanlar birbirlerine daha bağımlı olurlar. Özel mülkiyetin ardından “rekabet, çıkar çatışmaları, başkalarından üstün olma tutkusu, kişisel çıkarı başkalarının sağlamaya yönelik gizli arzular” gibi çeşitli kötülükler sıralanır. Bu genel savaş ortamını sona erdirmek için, mülk sahipleri mülksüzleri kandırarak siyasal toplumu, yani devleti kurarlar. Siyasal eşitsizliği içeren bu durum, zenginler dışındaki halkın siyasal iktidar karışışında kul-köle konumuna gelmeleri ama bunun da ötesinde bu konumlarını benimsemeleri demektir. Ancak, özgürlüklerini yitirenlerin yalnızca yönetilenler olduğu sanılmamalıdır; uygar toplumla birlikte bütün insanlar doğallıklarını yitirip yozlaşırlar. Bunun anlamı ise herkes için özgürlüğün ortadan kalkmasıdır.  Rousseau açısından medeniyete geçisin insan doğasında neden olduğu köklü değişikliklerin bir neticesi olarak toplumsal hayat, insan için kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelir. Doğal bağımsızlık ve serbestlik halinin eşitlikçi yapısına geri dönülmesinin imkânsızlığı karsısında yapılması gereken toplumsal hayatı bireyin özgürlüğü açısından sağlıklı bir hale getirebilmektir.

    Rousseau, sağlıklı bir toplumsal hayatın koşullarını açıklamadan önce cevaplanması gereken temel sorun insanların hangi gerekçeyle siyasal bir toplumun parçası olduklarıdır. Ona göre, gücün siyasal düzenin ve toplumsal hayatın temeli olarak sunulması yetersiz bir açıklamadır. Güç salt kendi basına meşru siyasal toplumun temeli olarak ele alınamaz. Rousseau açısından siyasal toplum kendisini oluşturan üyelerinin birliğinden ve bu birlik ise temelde üyeler arasında gerçekleşen toplumsal sözleşmeden kaynaklanmaktadır. Rousseau, siyasal toplumun bir sözleşme ile kurulduğuna dikkat çektikten sonra bu sözleşmenin içeriğinin, sözleşmeyi oluşturan üyelerin hangi konularda bir araya geldiğinin önemine dikkat çeker. Bu bakımdan adil bir toplumun inşa edilebilmesi açısından sözleşmeyi mülkiyeti elinde bulunduran ezen azınlığın çıkarına olmaktan çıkaracak biçimde yeniden ele alır. Sözleşme halkın kendisi dışında bir egemenle çeşitli nedenlerden ötürü yapmak zorunda olduğu bir sözleşme değildir. Rousseau’da sözleşme halkı oluşturan her bireyin birbiriyle yaptığı ve hep birlikte egemeni oluşturdukları bir sözleşmedir. Rousseau, toplumun sağlıklı bir uyum içerisinde kalmasının bireylerin sahip oldukları güçleri tek bir kuvvet altında bir arada toplamalarının gerekli olduğuna dikkat çeker. Fakat bu öyle bir birlik olmalı ki, ortaklardan her birinin sahsını, malını ortak bir şekilde korurken ve bu birlik sayesinde her birey hem herkesle bir olurken aynı zamanda yalnızca kendisine itaat ederek özgür olabilsin. Sözleşme ile birlikte her birey egemen varlığın üyesi olarak sözleşmenin parçası olan öteki bireylere ve devletin vatandaşı olarak da egemen varlığa karsı yükümlülük altındadır. Bireyin sözleşmeye aktif bir kişi olarak katılması onun özgürlüğünü, egemen varlığa ve öteki bireylere karsı sorumlu olması ise itaatin içeriğini belirler. 

    1.2 Genel İrade
    Toplumsal sözleşme çerçevesinde Rousseau’nun konuya ilişkin düşüncelerinin merkezi noktası bireyin ahlaki, sivil özgürlüğünü, bireysel haklarını toplumsal birlik, dayanışmayla sağlıklı bir uyum içerisinde bir araya getirmektir. Rousseau’nun aradığı bu uyumun ve toplumsal sözleşmenin özü genel iradedir. Rousseau’da seküler bir çerçevede ele alınan genel irade onun siyasal toplum anlayışının önemli kavramlarındandır. Genel iradenin önemi, siyasal toplumun, sahip olduğu güçlerin toplumsal sözleşmede vurgulanan kuruluş amacına uygun bir şekilde yönetebilecek yegâne merci olmasından ileri gelir. Genel irade, siyasal toplumda bireylerin ortak bir paydada bir araya gelerek oluşturdukları bütünden bağımsız bir güce boyun eğmelerini ifade etmez. Genel irade, her bireyin öteki bireylerle bir araya gelerek oluşturduğu bütüne karşılıklı hakların, adaletin ve ortak yararın korunması gayesiyle itaat ettiği ortak bir iradedir. Daima halkın ortak yararından yana olan genel irade bu bakımdan daima doğru bir yönde olup, yanılmazdır. 

    1.3 Egemenlik ve Devlet Düzeni
    Genel iradenin uygulanmasının egemenliği işaret ettiğini ve egemenliğin de halka ait olduğunu Rousseau’ya göre egemenlik; devredilemez, birdir ve bölünmezdir, temsil edilemez, mutlak ve doğrudur. Egemen olan halk, hem iktidarın ilkesi anlamına gelen auctoritas (yasama) hem de iktidarın kullanımı olan potestas’a (yürütme) sahiptir. Egemenin her türlü işlemi salt genel (kamusal) alanı kapsadığından, halkın elinde doğrudan doğruya yalnızca yasama gücü bulunur. Buna karşılık yasaların uygulanıp yürütülmesi, özel durumlara ilişkindir; bu nedenle de egemenin yetki alanının dışında kalır. Bu yüzden halk, yürütme gücünü kendi kullanmayıp “temsil” ettirir, daha açıkçası bir görevliler kurumuna ya da hükümete devreder.

    Rousseau, hükümet biçimi ile devlet biçimi arasında bir ayrım gözetir. Çünkü ona göre hükümet, demokratik ve monarşik ya da aristokratik bir nitelik gösterebilir. Fakat demokratik yönetim uygun değildir, hatta olanaksızdır. Buna karşılık toplum sözleşmesiyle kurulup halkın egemenliği üzerinde yükselen her devlet, yönetim biçimi ne olursa olsun bir “cumhuriyettir”; hatta demokrasidir. Ancak görmüş olduğumuz üzere, bu demokrasi hem temsil sistemini içermez hem de halkın doğrudan yürütme gücünü kullanmasını kapsamaz. Bu nedenle Rousseau’nun bu teorik devletinin, yarı doğrudan bir demokrasiyle bezenmiş bir cumhuriyet olduğu söylenebilir. Devletin iyi işleyebilmesi için halktan ayrı bir hükümetin varlığı zorunludur. Fakat aynı zamanda, her hükümet, halk egemenliğinin karşısındaki en büyük tehlikedir, yapısı gereği genel iradeyle çatışıp kendi özel iradesini dayatmaya çalışması kaçınılmaz olur. Rousseau, hükümetin halk egemenliğini yok etme eğilimini frenleyip engelleyecek olanın halk olduğunu belirtir. Yöneticilerin yasaların otoritesinin dışına çıkmaması için halkın sürekli olarak hükümeti denetmeleri gerektiğini belirtir. 

    1.4 Yurttaşlık Bilinci ve Sivil Özgürlük
    Rousseau açısından, politika ve ahlakın birbirinden kopmaz bir biçimde bağlı oluşundan ötürü modern kültürün yol açmış olduğu eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve bireyin özgürlük kaybının ortadan kaldırılması köklü bir çözümü zorunlu kılar. Siyasal toplum özerk bireylerin kamusal iletişimi üzerinden ortak bir kamusal akla ve ortak yarara ulaşabilmeleri aracılığıyla adil ve eşitlikçi bir biçim alır. Fakat Rousseau, modern kültürünün temel değerleri olan bireycilik, bireysel çıkar ve onur tutkusu ile sosyal bütünleşme, dayanışma ve ortak yasaya itaat etme zorunluluğunun bir araya getirilebilmesi için rasyonel bir hukuk düzeninin ötesinde bu değerlerin bireyin yüreğinde önemli bir yer teşkil edilmesi gerekliliğine dikkat çeker. Ona göre, bireylerin kendi kişisel kimliklerinin, çıkarlarının ötesine geçebilmesi için ortak bir duygudaşlık ruhu üzerinden toplumla bütünleşmeleri gerekir. Duygudaşlık ruhunun bireylerde yaratılmasında Rousseau, yurttaşlık eğitiminin, doğal bir dinin, örf ve adetlerin, halk eğlencelerinin, vatan sevgisinin ve üstün bir güce sahip olan yasa koyucunun katkısı olacağını düşünür. Rousseau’da ahlaksal özgürlüğün tanımlanmasında bireyin kendi koymuş olduğu yasaya itaat etmesi durumu kendisini genel irade ve yasa ilişkisinde bir kez daha gösterir. Rousseau açısından bireyin sivil özgürlüğünün temeli yasamada aktif bir birey olarak genel iradeye katılımdır. Birey, kendi bireysel çıkar ve özel iradesinin ötesine geçerek ortak yararı hedefleyen yasamanın dolayısıyla genel iradenin oluşumuna aktif bir şekilde katılarak sivil özgürlüğünü elde etmiş olur. Bu bakımdan sivil özgürlük bireyin toplumsal bütünlüğe itaat etmesidir. Rousseau’ya göre halkın ortak yararını hedefleyen siyasal topluma itaat eden böyle bir kişi kendisinin aktif bir şekilde dâhil olduğu yasama sürecinden ötürü köle olduğu söylenemez. 

1.5 Yasa Koyucu ve Sivil Din

    Rousseau, toplumsal sözleşme ile siyasi heyete varlık ve hayat verildiğine bundan sonra yapılması gerekenin yasama vasıtasıyla siyasi heyetin hareket ve irade kazanmasını sağlamak olduğunu ifade eder. Bireysel hakları toplumsal sorumluluklarla birleştirmek ve adaleti tesis edebilmek için yasalara ihtiyaç olduğunu ifade eden Rousseau çoğu zaman ne istediğini tam olarak bilmeyen halkın gerekli olan yasaları tesis edebilmesinin zorluğuna dikkat çeker. Bundan dolayı özel iradeyi bir araya getirecek yasa koyucuya ihtiyaç olduğunu söyler. Rousseau’da yasa koyucu, uluslara uygun düsen en iyi toplum kurallarını keşfedebilecek, bütün insani tutkularının farkında olduğu halde kendini bunlara kaptırmamış olan ve insanı en derin yönleriyle tanıyan üstün bir kişiliktir. Yasa koyucu, bireyleri ortak bir ülke etrafında bir araya getirerek halk yapan üstün bir insandır. Halkına kendilerine uygun olan yasaları sunabilir ama kabul edilmesini zorlayamaz. Ayrıca yasaların kabulünden sonraki süreçte politik bir güce sahip olamaz.

Rousseau, siyasal düzeninin bireylerin ortak bir duygudaşlık ve bağlılık çerçevesinde korunabilmesi açısından başvurduğu önemli öğelerden biri sivil bir dindir. Sivil din, Rousseau açısından toplumsal sözleşmenin ve ortak iradenin çeşitli çıkar grupları veya bireyin kişisel eğilimleri tarafından zarar görmesini engellemeye yönelik bir koruyucu kurum olarak sunulur. Bu bakımdan sivil dinin en önemli işlevi, bireyin öz-saygısının ve bireysel tutkularının toplumsal düzen içerisinde yıkıcı bir etki almalarının önüne geçebilmektir. Rousseau bu bakımdan dinin toplumsal hayat için değerli olduğuna buna karsın asıl karsı çıkılması gereken eğilimin bağnazlık ve hurafeler olması gerektiğine dikkat çeker.



    2. Jean-Jacques Rousseau’nun Eserleri

· Ahlak Prensipleri Mektupları

· Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev

· Dağda Yazılmış Mektuplar

· Dillerin Kökeni Üstüne Deneme

· Emile ya da Çocuk Eğitimi

· Etkinlikler Gösterileri Üstüne Mektup

· Fransız Müziği Üstüne Mektup

· Hanımefendi Müzler

· İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine

· İtiraflar

· Jeab-Jacques’ı Yargılayan Rousseau

· Julie ya da yeni Heloise

· Korsika İçin Anayasa Projesi

· Köy Kahini

· Leviler Kabilesinden Efraim

· Narkissos veya öz Sever Kişi

· Politik Ekonomi Üstüne Söylev

· Polonya Hükümeti Üstüne Düşünceler

· Toplum Sözleşmesi

· Yalnız Gezenin Düşleri 

3. Jean-Jacques Rousseau’nun Siyasal Düşünceler Tarihi Açısından Önemi
Aydınlanma dönemi düşünürleri arasında Rousseau ayrı bir yere sahiptir. Her şeyden önce döneminin baskın düşünce yapısı olan insanın karanlıktan çıkıp aydınlığa ilerlediği fikrine karşıydı. Onun tasavvur ettiği doğa durumunda insan özgür, eşit ve bireyseldi. Toplumun oluşmasıyla özgürlüğü elinden alınmıştı. Bu yaklaşımıyla doğa durumunu tasavvur eden Hobbes, Locke gibi düşünürlerden ayrılıyor, doğa durumu tasavvuruna farklı bir soluk kazandırıyordu. Bir Aydınlanma dönemi düşünürü olmasına rağmen Rousseau, bu dönemin soyut özgürlük anlayışını eleştirerek özgürlük sorununu somut olarak ele almış ve insanlığın özgürleşmesi için atılması gereken adımları ortaya koymuştur.

Siyasal alanın belirleyiciliği meselesini masaya yatıran Rousseau “Halkın Egemenliği” yaklaşımıyla siyasi düşünceler tarihinde mühim bir noktaya gelecektir. Bireysel refahı, sivil özgürlüğü ve halkın genel iradesini önceleyen yaklaşımıyla, cumhuriyetçi siyaset felsefesinin kuruluşunda adı önem sırasında Montesquieu’den sonra ikinci gelmektedir. Çağdaşı olan birçok düşünürün aksine Rousseau demokrasi taraftarı olmuş halkın iradesini yönetimden önce saymıştır. Onun ortaya attığı fikirler dünya tarihinde son derece önemli bir yere sahip olan Fransız İhtilali’ne etki edecekti. Bunun en net göstergesi de Fransızların devrimi gerçekleştirirken attığı "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" sloganlarıdır. Nitekim bu kavramlar Rousseau’nun siyasal düşüncesiyle birebir örtüşmektedir.

KAYNAKÇA
AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali, Siyasi Düşünceler Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yay., Eskişehir, 2013.
AKAN, Adnan, Jean Jacques Rousseau’da İnsan ve Toplum Sorunu, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, İstanbul, 2015.
KRIEGEL, Blandıne(der.), Klasik Siyasi Felsefe Metinleri, Çev: Zühre İlkgelen, İletişim Yay., İstanbul, 2010.

2 Ağustos 2020 Pazar

II.MEŞRUTİYET DÖNEMİ SAĞLIK HİZMETLERİ


    1. II. Meşrutiyet Dönemi Sağlık Politikaları

    Osmanlı Devleti’nde klasik dönemde halka sağlık hizmeti veren vakıf kurumları olan darüşşifaların yapımı XVII. yüzyıldan sonra sürdürülmedi. Depremler ve yangınlar yüzünden harap olmaları yanında zengin gelir kaynaklarının XIX. yüzyılda kaybedilen topraklarda kalması veya başka kişi ve kurumlara devredilmesi gibi sebeplerle gereken onarımları yapılamadı ve kuruluş amacına uygun olarak işletilemez duruma geldi. Diğer yandan tıp alanındaki yenilikler karşısında yetersiz kalmaya başlayan, gelişen yeni tıbbın gereklerini karşılayamayan yapılarıyla darüşşifalar kuruluştaki işlevlerini kaybetti.

    XIX. yüzyılda, en başta enfeksiyon hastalıkları olmak üzere pek çok sağlık sorunu ile baş etmek zorunda olan halk, her türlü bilim dışı kurum ve davranıştan şifa aramak zorunda kalmıştır. Diğer tüm konularda olduğu gibi, sağlık alanında da XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı’ya yönelim göze çarpmaktadır. Böylece, devlet eliyle yürütülen sağlık hizmetlerinin, saray ve ordu ile kısıtlı olan kapsamı genişletilmeye başlamış, yaygın kitlelere hizmet götürme anlayışının ilk adımları atılmıştır. Yaygın kitlelere sunulacak sağlık hizmetleri ile ilgili ilk merkezi birim 1870’de, Mekteb-i Tıbbiye Nezaretine bağlı Nezareti Tıbbiye-i Mülkiye adı ile, kurulmuştu. 1871’de ise, İdare-i Umumiye-i Tıbbiye-i Mülkiye Nizamnamesi ile Sıhhiye Müfettişlikleri ve Memleket Tabiplikleri kurularak yaygın örgütlenmenin hukuki yapısı oluşturulmuştu. 1906’da Meclis-i Maarifi Sıhhiye kurulmuş ve bu meclis 1908’de Meclis-i Umuru Tıbbiye-i Umumiye ismini alarak, günümüzdeki genel müdürlüğe eşdeğer olan bir statüye kavuşturulmuştur. Bu genel müdürlüğün örgütlenmesinde ise, İtalya’daki sağlık örgütlenmesi emsal alınmıştır. Genel müdürlük 1914’de Dahiliye Nezaretine bağlanmış ve Dahiliye Nezareti’nin adı Dahiliye ve Sıhhiye Nezareti’ne çevrilmiştir. Böylece, yaygın kitlelere götürülen sağlık hizmetleri İçişleri Bakanlığına bağlı bir genel müdürlük gözetiminde yürütülen devlet görevi olma özelliğine kavuşmuştur. Sağlık hizmetlerini yönetme görevi 1914 yılında kabul edilen bir kanun ile Dâhiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanlığı) bağlı olarak kurulan Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiye’sine yani Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir.

    Osmanlıda ilk belediye, 1854’te merkezi hükümete bağlı olarak kurulmuştur. Belediyeler daha sonra sağlık alanında da görev üstlenmişlerdir. Yaklaşık 40 yıl sonra, Devlet sağlık teşkilatlanması için Vilayeti İdare-i Sıhhiye Nizamnamesi ismini taşıyan yeni bir nizamname daha yürürlüğe girmiştir. 1913’deki bu nizamname ile memleket tabipliğinin ya da genel ifade ile sağlık teşkilatlanmasının daha iyi organize edilmesi hedeflenmektedir. Bu nizamname ile il merkezlerinde Sağlık Müdürlükleri kurulmuştur.

    2. II. Meşrutiyet Dönemi Sağlık Kurumları

    2.1. Sivil Hastaneler

    Klasik dönem anlayışında sivil hastaneler vakıflar vasıtasıyla kuruluyordu. II. Meşrutiyet döneminde kurulan hastaneler daha ziyade devlet eliyle İl Sağlık Müdürlükleri tarafından yapılmaktaydı. Bu dönemde faaliyete geçen sivil hastaneler ise Altıncı Dâire-i Belediyye Mecrûhîn Hastanesi ve Cerrahpaşa Zükûr Hastanesi’dir.
2.2 Askeri Hastaneler

    Osmanlı ordusunda ve kalelerde tabip ve cerrah görevlendirilmesi eski tarihlere kadar gider. Ordunun sağlık işleri ordu hekimbaşısı ve cerrahbaşısı sorumluluğunda yürütülürdü. XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılda ordunun yeniden yapılandırılması faaliyetleri kapsamında Osmanlı coğrafyasının her yerinde asker hastaneleri kuruldu. II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan hastaneler ise şunlardır; Ağa Hamamı Hastanesi, Çamlıca Asker Hastanesi, Davutpaşa Asker Hastanesi, Fenerbahçe Asker Hastanesi, İstihlâk-i Millî Cemiyeti Hastanesi, Moda Asker Hastanesi, Pangaltı Asker Hastanesi, Teâlî-i Nisvân Cemiyeti Hastanesi ve birçok geçici hastane açıldı.

    2.3 Hıfzıssıhha Kurumları

    Osmanlılar ’da genel halk sağlığına ilk dönemlerden itibaren önem verilmiştir. Hıfzıssıhhanın Batı’da XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tıp ilminin ayrı bir dalı olarak ele alınması ve özellikle XIX. yüzyılda İngiltere ve Fransa gibi bazı ülkelerde halk sağlığını korumaya yönelik kanunlar çıkarılıp çeşitli komiteler kurulması Osmanlıları da etkiledi. İlk defa, genel sağlığı korumaya ve salgın hastalıkları önlemeye çalışan II. Mahmud, devamlı bir sağlık teşkilâtı ile o dönemde hıfzıssıhha için büyük önem taşıyan karantina teşkilâtını kurdu. Hıfzıssıhha hizmetlerinin en önemlilerinden olan dezenfeksiyon işlemi Osmanlılar ‘da yaygın biçimde uygulanmakta ve bu iş için tebhîr (tütsüleme, etüvden geçirme) aletleri kullanılmaktaydı. Salgın ve bulaşıcı hastalık zamanlarında tebhîrhâneler önemli hizmetler yapıyordu; pek çok tahaffüzhânede de tebhîr aletleri mevcuttu. Bunların dışında 1893 büyük kolera salgını sırasında İstanbul’da belediyeye bağlı olarak faaliyet gösteren Üsküdar, Galata ve Gedikpaşa tebhîrhâneleri açılmıştır. Bu tebhîrhâneler 1911 yılında Müessesât-ı Hayriyye-i Sıhhiyye Müdüriyeti’ne devredildi.

    2.4 Gayrimüslim ve Yabancı Hastaneleri

    Gayrimüslim tebaa, Avrupa devletleri ve Amerikalı misyonerler Osmanlı coğrafyasında çeşitli sağlık faaliyetlerinde bulundu, cemaatleri ve yurttaşları için hastaneler kurdu. Balat Mûsevî Hastanesi diye bilinen Or-Ahayim Hastanesi 1886’da Balat civarındaki fakirlere hizmet verilen bir dispanser olarak kuruldu. 1898’de hizmete açılan Balat Ayvan Saray’daki binasında hizmet gören, vakfı tarafından yönetilen hastane halen faaliyetini sürdürmektedir.

    3. II. Meşrutiyet Dönemi Sağlık Eğitimi

    II. Meşrutiyet dönemi eğitimi bazı özelliklere sahiptir. Siyaset ve fikir hayatındaki özgürlük ortamında en çok tartışılan konulardan biri eğitim olmuştur. Eğitimde okul ve öğrenci sayısı arttırılmaya çalışılmış, niteliğe fazla önem verilmemiştir. II. Meşrutiyet döneminde eğitimin genel özellikleri bunlarken sağlık eğitimi alanında da dönemin şartlarından dolayı fazla gelişme sağlanamamıştır.

    XIX. yüzyılın sonlarında, sivil ve askeri tıp okulları eğitim metotlarını geliştirmeye çalışırken, Almanya’nın Doğu politikası gereği Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurması sırasında, Bonn’dan getirilen askeri hekim Deycke ve Rieder askeri tıp okulunu yeniden organize etmiş, Gülhane Tatbikat Hastanesini kurmuşlardır. Modern bir tıp mektebi için yeni bir bina yapılması teklifleri kabul edilerek Haydarpaşa’da günümüzde Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi olarak kullanılan binanın inşasına başlanmıştır. 1908’de Meşrutiyetin ilanından sonra, Cemil Paşa (Topuzlu) ile Babanzade İsmail Hakkı’nın gayretleriyle, iki tıbbiyenin aynı çatı altında toplanması uygun görüldüğünden, 1909’da sivil ve askeri tıp okulları birleştirilerek Haydarpaşa’da tamamlanan yeni binada İstanbul Dârülfünûnu’nun fakültesi olarak görevine devam etmiştir.

SONUÇ

    Bütün devletlerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’de klasik dönemden beri kamu sağlığını korumaya yönelik politikalar izlemiştir. İlk olarak vakıflar eliyle yürütülen bu politikaların XIX. yüzyılda değişmeye başladığını çalışmamızda gördük. Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nun ilanından sonra diğer disiplinlerde olduğu gibi sağlık alanında da Batı’ya bir yöneliş söz konusudur.

    II. Meşrutiyet dönemi sağlık hizmetlerin de Tanzimat’a kıyas ile çok fazla yeniliğin göze çarpmadığını söylemek mümkündür. Dönemin siyasi ortamı ve ekonomik sıkıntılar hasebiyle sağlık alanında elle tutulur gelişmeler olmamış, daha ziyade Tanzimat’ın sağlık kurumlarının kısmen revize edildiği veya olduğu gibi işletildiği bir dönem olmuştur. Bununla beraber Osmanlı Devleti’nin askeri hüviyetinden kaynaklı ön planda olan askeri hastanelerin yanında artık sivil hastanelerinde etkinliğini arttırmaya başladığı bir dönem olmuştur. Sağlık alanında dönemin en önemli gelişmesi İl Sağlık Müdürlüklerinin kurulması olacaktır. Devlet artık sağlık hizmetini müdürlükler vasıtasıyla merkez dışındaki noktalara ulaştırmaya başlayacaktır. Yine bu dönemdeki salgın hastalıklara karşı halk sağlığını korumak birinci amaç edinilmiş ve bu kapsamda karantina gibi çeşitli önlemler uygulanmıştır.


KAYNAKÇA
BAYAT, Ali Haydar, Tıp Tarihi, Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği, İstanbul, 2010.
BEYLİK, Umut, KAYRAL, Halil İbrahim, ÇIRAKLI, Ümit, “13. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türk Sağlık Sisteminin Gelişim Süreci Üzerine Bir Derleme”, Sağlık Akademisyenleri Dergisi, Cilt 2, Sayı 4, 2015, ss.183-189
KAYSILI, Barış, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Sağlık Eğitimi Üzerine Bir Araştırma, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Orta Öğretim Sosyal Alanlar Anabilim Dalı, Konya, 2006.
SARI, Nil, “Tıp Osmanlı Dönemi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 41, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları İstanbul, 2012, ss. 101-111.
SARIYILDIZ, Gülden, “Osmanlılar’da Hıfzıssıhha”, TDV İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998, ss.319-321.

SERBEST CUMHURİYET FIRKASI

              Kuruluş

    1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın derin etkileri Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısında kendini derhal belli etti. Ekonomisi zaten zayıf olan genç Cumhuriyet, bu dış etki nedeni ile daha da güç bir duruma düştü. Gerek Cumhuriyetin ilanından itibaren hızlı gelişen Kemalist devrimlerin yarattığı halk katındaki tepkiler, gerek bu tepkiyi bastırmak için kullanılan baskı mekanizmaları ve gerekse hükümetin, ekonomik ve sosyal alanda somut başarılar sağlayamaması, ülkede geniş bir hoşnutsuzluğun yaratılmasına neden olmuştu. 1929 yılının sonundaki huzursuzluk ve bunalım havası, 1930 yılının başında kulak fısıltılarından basına kadar yayılan yolsuzluk dedikoduları, rüşvet ithamları ve dış ülkelerde bile yankılanan dikta söylentileri ile, daha da şiddetlenerek devam etti.

    Toplumda, basında ve TBMM'de giderek yaygınlaşmaya yüz tutan hoşnutsuzlukların ayrımında olan Atatürk, çözümün çok partili siyasal hayata geçmekle bulunabileceği kanısına varmıştı. Dolayısıyla Cumhuriyetin en belirgin nitelikleri olan halk egemenliğine ve laikliğe bağlı kalma koşuluyla ılımlı ve güvenilir kişilerin öncülüğünde kurulacak ikinci bir partinin kimi sıkıntıları gidereceği ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) olduğu kadar hükümetin de daha etkin olarak denetleneceği düşünülüyordu. İşte Atatürk bu düşünce ve varsayımla yeni bir partinin kurulması için doğrudan doğruya kendisi harekete geçmişti. CHP karşısında yer alacak olan kuruluşun başkanlığı için de çok eski arkadaşı olan ve ılımlılığı ile tanınan eski Başbakan Fethi Okyar’ı seçmişti. Paris Büyükelçisi olan Okyar o günlerde izinli olarak yurtta bulunuyordu.

         Atatürk 1930 yazında TBMM tatile girince tarih ve dil çalışmalarını rahatça yürütebilmek için Yalova’ya gitmişti. İstanbul’a gelen Okyar, kendisini ziyaret etmek isteyince onu hemen Yalova’ya çağırmıştı. Cumhurbaşkanı ve büyükelçi, bu kez iki arkadaş olarak ülkenin durumu, TBMM’nin çalıştırılması konularında görüş alışverişinde bulunmuşlardı. Görüşmelere kimi zaman İnönü de katılmıştı. İnönü Türkiye’de muhalefet partisine alışılamadığını belirtince Atatürk buna alışılması gerektiğini savunmuştur. Sonunda Fethi Okyar’ın partiyi kurması konusunda anlaşılmıştı. Partinin adı da Atatürk tarafından bulunmuştu. Okyar’ın liberal anlayışını yansıtır biçimde Serbest Cumhuriyet Fırkası… Ancak Atatürk kamuoyunun ilk tepkilerinin ne olacağının saptanmasını da gerekli gördüğünden partinin resmen kurulmasından önce buna ilişkin bir haberin yapılmasını uygun bulmuştu. Bu gelişmelerden sonra yeni parti, Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla, 12 Ağustos’ta İstanbul Valiliğine yapılan başvuru ile resmen kuruldu.

            Kapanış

    Serbest Cumhuriyet Fırkası, kurulduğu sırada sadece Meclis’te yer alacak bir muhalif parti olarak kabul edildiğinden, Cumhuriyet Halk Fırkası ile hükümetten destek görebildi. Zaten Mustafa Kemal Paşa’nın da amacı, partinin bir iktidar seçeneği haline gelmesi değil de mevcut hükümete siyasal bakımdan yumuşak bir rakip olmasıydı. Ancak parti, kısa süre içinde o zamana kadar siyasal alanda temsil olanağından yoksun kalmış geniş yığınların desteğini sağlamaya ve yaygınlaşmaya başladı. Partinin İsmet Paşa Hükümetleri’nin izlediği demiryolu politikalarını eleştirmesi, İsmet Paşa’nın Sivas’ta Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yeni ekonomi politikasını ilan ve açıklaması ile sonuçlandı. Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası ekonomik politikada liberal bir parti hüviyetini alırken, Cumhuriyet Halk Fırkası “devletçilik” olarak adlandırılan yeni bir anlayışı benimsediğini ve uygulamaya geçeceğini ilan ediyordu. 

    İsmet İnönü’nün Sivas’taki gövde gösterisine karşılık, İzmir’e miting yapmak için giden Fethi Okyar’ı eşi görülmemiş bir halk kalabalığı karşıladı. Ancak çok partili politikayı aklına sığdıramayan İzmir Valisi Kâzım Paşa, Fethi Bey’e bir tezkere göndererek yapılacak mitingden vazgeçmesini istiyordu. Fethi Bey, durumu Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdi ve mitingi gerçekleştirmek yönünde talimat aldı.

    Fethi Bey’in konuşturulmasına engel olmanın imkânı kalmadığını gören Halk Fırkalılar, hiç olmazsa kalabalığın büyük olmaması için tedbirler almaya başladılar ve bir kısım halkı başka bir meydana götürdüler. Fakat toplanan halk büyük bir tepki gösterdi, Halk Fırkası binası ve Anadolu gazetesinin idarehanesini taşladılar. İdare binasına yerleştirilmiş olan güvenlik kuvvetleri halkın üzerine ateş açtılar olayda 14 yaşında bir öğrenci vuruldu.

    İzmir olayları iktidar çevrelerinde derin bir şaşkınlık ve büyük bir kızgınlık yarattı. Bunun yanında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Ekim ayında yapılan belediye seçimlerinde başarılı sonuçlar alması ve partinin yaşaması ve iktidar aday olabilmesi için bizzat Mustafa Kemal Paşa ile çatışmak zorunda kalması, parti yöneticilerini tedirgin etti. Bu gelişmeler partinin kuruluşunu sağlayan siyasal temelleri ortadan kaldırdığı için Fethi Bey, 17 Kasım 1930’da Dahiliye Vekaleti’ne yazdığı bir yazı ile partinin fesh edildiğini açıkladı.




KAYNAKÇA

AKŞİN, Sina (Ed.), Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, İzmir, 2018.

GOLOĞLU, Mahmut, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I 1924-1930 Devrimler ve Tepkiler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017.

TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi III Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923-1938), Bilgi Yay., Ankara, 1995.